Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Marksistler ve diğerleri: “Beton sol” ve “woke” ikileminden nasıl çıkarız?

Bu içeriği paylaş:

Marksistlerin Marksist olmayan teorisyenlere, özellikle de müesses politik ve toplumsal düzene radikal eleştiri getirenlere yönelik tavırlarının ne olması gerektiği, eski bir tartışmadır. Marksizm’i Yeni Kantçılık’la, empiryokritisizmle, fenomenolojiyle, varoluşçulukla ve pek çok başka akımla sentezlemenin hangi imkân ve sorunlara yol açacağı 20. yüzyıl boyunca tartışılmıştı. Benzer tartışmalar 2020’li yıllarda da devam ediyor, Marksistlerin kuir teoriden veya postyapısalcılıktan öğrenebilecekleri sıralanıyor; bu ve benzeri eleştirel teorileri entegre etmeyen bir Marksizm’in çağın gerisinde kalan, eleştirelliğini yitiren bir ekole, “beton solculuğa” dönüşeceğini sıkça duyuyoruz. Buna karşılık, kimi yazılarda, Marksizm’i her türlü dış tehdide karşı koruma çabası da karşımıza çıkıyor; toplumsal cinsiyet, ırk ve benzeri konular üzerine yeni bir söz söylemeye kalkışmak bile “kimlikçilik batağına” düşmekle, “woke ideolojisine” kapılıp gitmekle suçlanmaya yetiyor. Peki, biz gerçekten bu iki seçeneğe mahkûm muyuz?

Bu soruya yanıt vermeden önce bu iki teorik tavrı kabaca haritalandırabiliriz. Öncelikle, Marksistlerin Marksist olmayan çağdaş teorilere yönelttikleri bir dizi eleştirinin derinlikten son derece uzak olduğu açık. Çoğu zaman eleştirdiği düşünce akımının ana argümanlarını, öncüllerini, metodolojisini asgari düzeyde bile olsa bilmeyen, onu bağlamsallaştırmayan, belirli düşünürlerin fikirlerini absürde ya da belirli bir siyasal konumlanışa indirgeyerek kendini haklı çıkararak Marksizm’i savunmaya çabalayan yazarlara rastlıyoruz. Eleştirdikleri akımların kendi iç mantığını ciddiye ve dikkate almayan, onlarla gerçek bir diyalog geliştirmek yerine yüzeysel ve çocukça bir reddiyecilikle kendini sınırlayan bir Marksizm savunusu bu: Marksist olmayı, bir dizi kurucu metnin lafzına sadakate indirgeyen, kimi durumlarda Marksist külliyatı bile bir kenara bırakıp Sovyet deneyiminin son derece pragmatik unsurlarına duyduğu nostaljiyi Marksizm’le özdeşleştiren bir yönelimden bahsediyoruz. Bunun tam karşı tarafındaysa, Marksist olmayan çağdaş eleştirel teorileri Marksizm’e eklemlemeyi öneren ve bunu günümüzde devrimci bir politika ve teori geliştirmenin önşartı olarak görenler var. İki konumlanışa da özel örnekler vermeye gerek duymuyorum, akademik literatürden sosyal medya müdahalelerine kadar pek çok alanda buna benzer fikirlerle karşılaşmak mümkün.

Ben bu ikileme sıkışıp kalmayı Marksizm açısından bir açmaz olarak görüyor; çözümün, her türlü yeni teoriye kendini kapatan bir Marksizm ve her türlü teoriyi kapsamaya hazır bir Marksizm’in ortalamasını alarak değil, Marksizm’in kendisini, kapsamını ve sınırlarını düşünerek başlamak gerektiğini düşünüyorum. “Sınır” kavramının altını özellikle çiziyorum: Marksizm’i Marksist olmayan düşünce akımlarından ayıran temel noktalar vardır. Tıpkı kuir teoriyi ya da Bookchin’in sosyal ekolojisini başka teorilerden ayıran noktaların olduğu gibi.

Böyle bir sınırdan, bir “kırmızı çizgiden” bahsetmek kulak tırmalayıcı olabilir. Ne de olsa 1960’ların Yeni Sol’undan 1980’lerin postmodernizmine, oradan günümüzün radikal teorilerine uzanan geniş yelpazedeki yazarların belki de en büyük başarısı, kendi teorilerinin akışkan, dekonstrüktif, sınır tanımayan, Marksizm’inse köşeli, dogmatik, katı bir teori olduğuna dair bir kanıyı yaygınlaştırmalarıydı. Tam da bu nedenle Marksizm’in güncellenmesinin yolunun kırmızı çizgilerini geride bırakmasından geçtiğini sıklıkla okuyoruz. Oysa bu teorisyenlerin her biri, çoğu zaman adı konmadığı için anlaşılmayan, ancak gayet katı epistemolojik ve ontolojik kabullerden yola çıkıyor. Derrida’yı Derrida, Butler’ı Butler, Deleuze’ü Deleuze yapan bazı temel teorik unsurlar vardır; bazıları dili toplumun ve siyasetin kurucu unsuru olarak görür, bazıları çoğul ve akışkan bir gerçeklik algısından yola çıkarak teorilerini kurar. Bu ve benzeri çağdaş düşünürlerin gündeme ya da teoriye yönelik neredeyse her müdahalelerinin arkasında, bu temel teorik unsurların oluşturduğu aşağı yukarı tutarlı bir zemin bulunur. En uçarı ve akışkan görünen teorik ya da politik çıkışlar bile böyle bir zemine dayanır. Žižek, her konuda aklına geleni söyler gibi görünse bile aslında sürekli olarak benzer Lacan’cı temaları tekrarlamakta; Butler, ilk dönem ve son dönem eserleri arasındaki farklar olsa bile tutarlı bir teorik zeminden hareket etmektedir.

Bütün bunlar bizi temel bir meseleye getiriyor: Marksistlerin kendi sınırlarını çizerek Marksist olmayan çağdaş eleştirel teorisyenleri eleştirme çabaları, dogmatizm olarak anlaşılıyor; buna karşılık, bu teorisyenlerin Marksizm başta olmak üzere diğer akımlarla iyi bir şekilde sınır çizip onları dışlamalarında, kendilerinin dışındaki teorik tutumları kıyasıya eleştirmelerinde beis görülmüyor. Marksistler sürekli olarak kendi temel epistemolojik ve ontolojik kabullerinden taviz vermeye davet ediliyor; özellikle kimlik, (toplumsal) cinsiyet, özne, toplumsal hareketler, demokrasi ve otoriterlik gibi konularda Marksist olmayan eleştirel teorisyenlerin geliştirdikleri teori ve yaklaşımları benimsenmeleri bekleniyor. Bu teoriler, adeta çağımızın aşılmaz entelektüel ufku kabul ediliyor, Marksistlerin de çağı yakalamak için bunları benimsemekten başka çaresi olmadığı salık veriliyor.

Bu girdaptan çıkabilmek için bu tartışmanın taraflarının, düşünce akımlarının odaklandıkları konular, yöntemleri ve amaçları arasında bir ayrım yapmalarının gerekli olduğunu düşünüyorum.

1.Her düşünce akımı belirli konulara diğerlerinden daha fazla odaklanır, Marksistlerin kimlik ve cinsiyet konularına başka akımlardan daha az odaklandıkları aşikârdır. Tıpkı Marksist olmayan çağdaş teorisyenlerin üretim ve sınıf mücadelesi gibi konulara Marksistlerden çok daha az odaklandıkları gibi.

2.Marksistlerin, Marksist olmayanlardan kendilerini ayrıştırdıkları, ontoloji ve epistemolojiye dair bazı temel kabuller vardır ve bunlar, onların çözümlemelerinde kullandıkları yönteme temel oluşturur. Örneğin materyalizm, Marksistlerin ontolojik ve epistemolojik yaklaşımlarının temelinde yer alır ve çözümlemelerindeki metodolojinin de temelini oluşturur. Elbette materyalizmin tanımı konusunda Marksistler arasında ayrışmalar vardır, elbette Marksistler önceki dönemlerin ve kendi dönemlerinin materyalist olmayan düşünürlerinden etkilenerek teorilerini oluşturmuşlardır, ancak bunu en temelde materyalist konumlarından ve yöntemlerinden vazgeçmeden yapmışlardır.

3.Her teori, aynı zamanda teorisyenin amacıyla da tanımlanır. Marx’ın Feuerbach üzerine on birinci tezi, Marksist teorinin kurucu unsurlarından biridir: Dünyayı değiştirmek, bu teorinin aslolanıdır. Daha da belirginleştirmek gerekirse, Marksist literatürün ilk metinlerinden ve yüz elli yılı aşkın birikiminden kolayca anlaşılabileceği gibi, bu teorinin amacı sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun kurulması yönünde dünyayı değiştirmektir ve bu amacı, Marksist olmayanların önemli bir kısmıyla paylaşmamaktadır.

Marksistler bu üç düzlemde Marksist olmayanlarla diyalog içine girebilir, hatta onlardan öğrenebilirler. Örneğin öznellik ve iktidar konusunda Foucault’dan hareketle kendi eksik bıraktıkları alanların farkına varabilir; materyalizm konusunda herhangi bir idealist filozofun veya “yeni materyalizm” olarak adlandırılan ekollerin katkılarını dikkate alarak kendi temel kavramlarını ve yöntemlerini daha derinlikli bir şekilde işleyebilir; radikal feministlerin veya kuir teorisyenlerin katkılarını dikkate alarak sınıfsız-sömürüsüz topluma dair ayrıntıları yeniden düşünebilirler. Ancak bu tür bir diyalog, yukarıda ayrıştırdığım üç düzlemde farklı şekillerde gerçekleşir. Çözümleme konuları bakımından Marksistlerin Marksist olmayanlarla diyaloğu, bir konu çeşitlenmesiyle sonuçlanır. Yöntem ve amaç söz konusu olduğunda ise böyle bir diyalog Marksist yöntemin ve Marksistlerin hedefinin sofistike olmasıyla, incelmesiyle sonuçlanır. Marksist olmayanların yetkinlikle tartıştıkları meselelerin peşinden giderken onların metodolojisini ve amaçlarını sorgulamadan benimseyen bir teori, belki ilgi çekici ve eleştirel bir teori olacak, teorik müdahaleleriyle ve politik mücadelesiyle belki Marksistlerin de saygısını kazanacak, ancak Marksist bir teori olma özelliğini yitirecektir.

Özetle, Marksizm’i Marksizm yapan, metodolojisi ve toplumsal-politik amacıdır. Diğer teorilerle diyalog, Marksistler için bir konu çeşitliliği sağlamanın yanında, bu temel unsurları da inceltip güçlendirecektir. Marksistlerin diğer akımlarla eleştirel bir diyaloğa girerken kendi tanımlayıcı unsurlarını korumaları, Marksizm’i “beton”laştırmaz. Ama belki Marksistlerden gelen her türlü yöntemsel ya da politik eleştiriyi kendilerine yönelik bir saldırı olarak algılayan çağdaş teorisyenlerin, kendi konumlarının dogmatik olup olmadığı konusunda düşünmelerinin vakti gelmiştir.

(*) Bu yazı daha önce e-komite sitesinde yayınlanmış olup, yazarının ve sitenin izni ile iktibas edilmiştir.

Ateş Uslu

Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde siyasal düşünceler alanında öğretim üyesidir. Galatasaray Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. Yüksek lisans derecesini Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi Tarih bölümünden aldı. Doktora çalışmalarını yine aynı üniversite ile Budapeşte Eötvös Loránd Üniversitesi arasındaki ortak bir program çerçevesinde tamamladı. Doçent ünvanını siyasal düşünceler alanında aldı. Halihazırda Praksis dergisi danışma kurulunda yer almaktadır. Siyasal düşünceler tarihi, kültür tarihi ve siyasal tarih alanlarında çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış makalelerinin yanı sıra Lukács: Marx'a Giden Yol (2006)Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş: Tarihyazımı, Temel Yaklaşımlar ve Araştırma Yöntemleri (2017) ve Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi 1, 2, 3 (3 Cilt) adlı kitapları bulunmaktadır.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.