1980’lerin ortalarında Amerika Birleşik Devletleri bir ikilemle karşı karşıyaydı: Enflasyonu dizginlemek için uyguladığı politikalar sanayi üretimini zayıflatmaya başlamıştı. Bunda rakiplerinden gelen baskı yanında doların güçlenmesi de etkiliydi. Amerikan ihracatı küresel ölçekte rekabet gücünü yitiriyor, ticaret açıkları büyüyor ve yerli üreticiler sıkışıyordu. Peki bu kriz 1980’lerde nasıl çözüldü? Dünyanın en büyük ekonomilerinin bir araya gelerek doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesini sağladığı ve diplomatik koordinasyonla gerçekleşen tarihi bir anlaşmayla: Plaza Anlaşması.
Şimdi filmi ileriye saralım, 2025’e gelelim. Aradan 40 yıl geçti ve ABD ekonomisinin yapısal rekabet sorunları daha da derinleşti. Ancak bu kez çözüm, Plaza Anlaşması’ndaki gibi çok taraflı diplomasi yoluyla değil, tek taraflı ekonomik çatışma yoluyla geldi. Trump yönetimi, başta Çin olmak üzere başlıca ticaret ortaklarına karşı kapsamlı bir gümrük vergisi saldırısı başlattı; amacı ticaret açıklarını azaltmak, yerli üretimi canlandırmak ve küresel üretimde yitirilen üstünlüğü geri kazanmaktı.
Farklı bağlamlarda ve yöntemlerle gerçekleşmiş olsalar da hem Plaza Anlaşması hem de Trump’ın tarifeleri aynı yapısal soruna verilmiş yanıtlardı: ABD’nin kronikleşmiş ticaret açıkları ve dalgalı dünya piyasasında sanayi üretiminin aşınması. Plaza Anlaşması, sorunu kapitalist merkez ülkeler arasında mekansal olarak dağıtma girişimiydi. ABD, doların uluslararası finans sistemindeki üstünlüğünü korurken uyum maliyetini Japonya ve Batı Almanya gibi müttefiklerine aktarmıştı. On yıllar sonra Trump yönetimi, benzer semptomlara (kalıcı açıklar, sanayisizleşme ve üretken kapasitedeki göreli düşüş) bu kez iş birliği yerine zorlayıcılık yoluyla yanıt verdi.
Her iki olay da ABD hegemonyasının kırılganlığını ve dünya sistemindeki krizlerin yönetiminde hegemonik devletin giderek daha görünür hale gelen rolünü ortaya koyuyor. Bir başka ifadeyle eriyen hegemonya, ABD’yi ‘rıza’ ile desteklenmeyen ‘zor’ kullanma seçeneğine mecbur bırakıyor.
Gelin detaylara biraz daha yakından bakalım.
1980’lerin dolar tuzağı
Plaza Anlaşması’nın arka planında Volcker şoku vardı. ABD Merkez Bankası Başkanı Paul Volcker’in 1980’lerin başında uyguladığı yüksek faiz artışları, yatırımcıların dolara olan güvenini yeniden tesis etmişti. Ancak bu faiz politikası, sermaye girişlerini artırarak doların aşırı değerlenmesine yol açmıştı. Aynı dönemde Japonya ve Batı Almanya’nın sanayi sektörleri büyük bir sıçrama yaşarken Amerikan üreticileri küresel pazarlardan dışlanıyordu.
1985 yılında ABD, İngiltere, Japonya, Batı Almanya ve Fransa tarafından imzalanan Plaza Anlaşması, doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesini sağlayarak bu dengesizliği düzeltmeyi amaçlıyordu. Diplomatik bir çözüm gibi görünse de gerçekte bu bir kriz ihracıydı: ABD’yi küresel finansın merkezinde tutarken uyum maliyetini diğer kapitalist merkez ülkelere kaydırıyordu. Dolar rezerv para birimi olmaya devam edecek, ancak döviz kuru artık Amerikan sanayisini boğmayacaktı; en azından bir süreliğine.
Koordinasyondan zorlamaya
2010’lara gelindiğinde küresel ekonomi çok farklı bir görünüm kazanmıştı. Çin küresel bir üretim merkezi haline gelmiş, Küresel Güney ülkeleri ise 1997 Asya krizinden çıkardıkları derslerle ciddi miktarda rezerv biriktirmişti. ABD ise uzun süredir üretime dayalı bir ekonomiden, finans ve borca dayalı bir yapıya evrilmişti. Ülkenin bazı bölgeleri sanayisizleşme nedeniyle adeta çöküntü bölgelerine dönüşmüş, ticaret açığı ise sistemin yapısal bir özelliği haline gelmişti.
Trump, bu bağlamda sahneye çıktı. Çok taraflı anlaşmalara ilgi duymayan ve küresel koordinasyona sabrı olmayan Trump yönetimi, tarifeleri uluslararası sistemi yenilemenin aracı olarak tanımladı. Özellikle Çin’i hedef alan bu gümrük vergileri, sanayisizleşmeyi tersine çevirmeyi, yerli firmaları korumayı ve ticareti yeniden dengelemeyi amaçlıyordu. Ancak üretimin küresel tedarik zincirlerine dayandığı ve Çin’in misilleme kapasitesinin yüksek olduğu bir dünyada ABD’nin manevra alanı da hızla daraldı. Ek gümrük vergilerinin uygulanması, müzakere alanı açmak adına geçici olarak ertelendi.
Plaza tarzı koordinasyondan Trump tarzı çatışmacı bir yönteme geçiş sadece ABD Başkanının kişiliği ya da siyasi ideolojisi ile ilgili değil. Daha derin bir değişimi yansıtıyor: Amerikan devletinin küresel ekonomiyi ‘uzlaşı’ yoluyla yönetme kabiliyetinin zayıflaması. Bir başka ifadeyle Gramsciyen anlamda, rıza ve zorun bir bileşimi olan hegemonyanın aşınmasıyla karşı karşıyayız. Yani Trump yönetimi ticaret savaşlarıyla ‘rızayla’ desteklenmeyen bir ‘zora’ başvuruyor.
Bir yönetim biçimi olarak kriz ihracı
Hem Plaza Anlaşması’nda hem de Trump dönemi tarifelerinde Amerikan devleti sürece aktif şekilde müdahil oldu. Geriye dönüp bakıldığında, Plaza Anlaşması ABD sermayesine küresel yeniden yapılanmanın ilk dalgasında zaman kazandırdı. Buna karşılık Trump’ın tarifeleri, bu modelin gözle görülür şekilde çökmekte olduğu bir dönemde geldi. Ancak her iki durumda da devlet, doların değer kazanmasının ve yapısal açıkların sonuçlarını yönetmeye çalıştı.
Aslında bu yeni bir hikaye değil, tekrar eden bir anlatı. Sermaye, sorunlarını piyasa yoluyla çözemediğinde, devlet alanı yeniden düzenlemek ve maliyetleri başka bir yere kaydırmak için devreye giriyor. Bu bazen para biriminin yeniden düzenlenmesi şeklinde oluyor; bazen de ticaret savaşları biçimini alıyor. Her iki durumda da sistem, krizlerini (İşçilere, çevre devletlere ve hatta en yakın müttefiklerine aktararak) dışsallaştırarak ayakta kalmaktadır. Bu anlamda Trump’ın gümrük politikaları, ABD’nin kendi krizini dışarıya ihraç ederek aşma çabasının araçları olarak okunabilir.
(*) Bu yazı daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
Ümit Akçay
Doç.Dr. Ümit Akçay, 2017'den bu yana Berlin School of Economics and Law'da ders vermektedir. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 3. baskı, 2019) kitabının ortak yazarı ve Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır.