1960’lı yıllar. İngiltere’nin soğuk, yağmurlu, kasvetli gecelerinden biri. Saat de gece yarısını geçmiş. Cambridge Üniversitesi’nin kütüphanelerinde bir genç, kaderine lanet ederek, canı sıkıla sıkıla matematik çalışıyor. 60’lı yılların ortamında genç olup da kütüphanelere tıkılmak, sabahlara kadar denklemlerle uğraşmak kolay olmasa gerek.
Derken gencin gözüne bir kitap ilişiyor. Başlığı: İntihar.
Gencimiz ne denli bunalmışsa alıyor eline kitabı, şöyle bir karıştırıyor. İlk birkaç sayfadan sonra yapışıyor kitaba, elindeki matematik ödevini bir kenara bırakıyor, sabaha kadar bir solukta okuyor kitabı. “Bu nasıl işmiş yahu, ben bu kitaptakine benzer şeyler çalışmak istiyorum” diyor kendine.
Rivayet o ki Michael Burawoy, işte böyle, Durkheim’ın İntihar kitabını okuyarak sosyolog olmaya karar verdi.
Berkeley sosyoloji koridorlarında anlatılan bu. Doğru mudur bilmiyorum. Ama Burawoy’un 1968’de mezun olur olmaz sosyolojiye bir girdiği pir girdiği kesin. Bütün dünyada disiplinin çehresini değiştirecek adam, mesleğe böyle ters köşeden başladı. Bana rivayetin doğru olduğunu düşündüren şey, Cambridge’in kasvetli ortamında başlayan bu yıldırım aşkının Burawoy’da hiç bitmemesi. Emekli olduktan sonra bile yazmaya, konferanslara gitmeye, müthiş bir heyecanla konuşmaya devam etti. Berkeley’e 2000’lerin başında gelen bir hocam, “Disipline dair varoluşsal kaygı taşıdığını görmediğim tek insan Michael Burawoy’dur, emekli oldu ama sosyoloji yapmadan duramaz o” demişti 2023’te.
İşte o müthiş şevk, 3 Şubat 2025 gecesi bir trafik kazasıyla yarıda kesildi. Kaldık yetim.
***
Burawoy’u en son Berkeley kampüsü yakınlarında bir kafede, kendi doktora öğrencilerinden biriyle konuşurken gördüm. Yanılmıyorsam Eylül 2023. Tesadüf, o esnada bir etnografi dersi alıyordum, yanımda da o ders için okuduğum bir Burawoy makalesi basılı olarak vardı. Çıkarken beni gördü, tanıdı, selam verdi. Her zamanki muzip gülümsemesiyle (ki o gülümseme olmadan hiç ama hiç görmedim onu) “Nasılsın?” diye sordu. Ben de aynı muziplikle cevap vermeye yeltendim, “Siz söyleyin” diyerek okuduğum makalesini gösterdim. Kağıtta yazanı görebilmek için gözlerini kıstı, iyice yaklaştı, görünce de… “Hadi len ordan” (Oh shi…) diyerek güldü, yürüdü gitti. Son görüşüm olacakmış, ne bilirdim.
***
Burawoy, sosyoloji disiplinine bir girdi pir girdi, dedik. Alanı ta kökünden değiştiren isimdir. Üstelik hep ters köşeden girerek. İlk kitabı Sınıfın Rengi (The Color of Class), bağımsızlığını o dönem yeni kazanmış Zambiya’da bakır madenlerinde çalışan işçilerin hikayesini anlatır. Üstelik de Fanon’un Üçüncü Dünya milliyetçisi aydınlar, köylüler ve lumpenler arasındaki sınıf ittifakı temelli devrim teorisini Zambiya’ya uyarlayan bir yerden. O dönem etnografi yapan Marksist, Marksizmi ciddiye alan sosyolog, hele de Zambiya’dan yüksek lisans derecesi almaya uğraşan sosyal bilimci yok gibidir. Burawoy, bunların üçünü birden yapar.
Orda da durmaz, gider Chicago Üniversitesi’nde doktora yaparken yine ters köşe işlere bulaşır. Kaliforniya’da Meksikalı göçmen tarım işçilerinin ahvaliyle Güney Afrika’da bantustanlardan gelme siyahi madencilerin durumunu kıyas eden makalesi, alanının ilk örneklerindendir. Yine bu esnada Amerikan metal fabrikalarında tam zamanlı çalışır, sınai sosyolojiye bizzat iş üstündeki deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak, ama teoriyi asla elden bırakmadan, yepyeni bir boyut getirir. Rıza İmalatı: Tekel Kapitalizmi Döneminde Emek Sürecindeki Değişimler (Manufacturing Consent: Changes in the Labor Process Under Monopoly Capitalism) kitabı bu dönemin ürünüdür.
1980’lerin ikinci yarısından itibaren ise artık çökme yolunda olduğu aşikar işçi devletlerinde aynı işi yapmaya başlar. Sovyetler Birliği’nin ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin başına musallat olmuş bürokrasilerin sosyolojisini, ta fabrikadan başlayarak yapar. Yine teoriyi elden bırakmadan. Bu süreçten de iki önemli kitap hasıl olur.
Teori konusunda da bir durmak gerek. Çünkü Burawoy, bu alanın da duayeni. Marx, Lenin, Gramsci, Fanon gibi devrimci isimleri sosyoloji disiplinine kazandıran isimdir Burawoy. Bilhassa 1990’lardan başlayarak rotayı daha başka yerlere, Bourdieu, Polanyi, Freire gibi isimlere de kırdı. Asla tek bir teorisyenle yetinmedi, hep sınırları zorlamayı kendine iş edindi. (Her bir dönemindeki fikirlerine tek tek katılırsınız katılmazsınız, o ayrı.)
Fakat Burawoy’un teorisyenliği, yalnızca şu veya bu ismi alıp da sosyolojiye katmasıyla kalmıyor. Burawoy, bize teorinin nasıl bilimsel pratikle el ele gelişeceğini de öğretmiş isimdir. Bu anlamda hepimiz Burawoy’cuyuz. Matematikçi ve bilim felsefecisi Imre Lakatos’tan mülhem etnografi yapma yöntemi ve “Bir Bilim Olarak Marksizm” (Marxism as Science), “Bilimi Ararken İki Yöntem: Skocpol’e Karşı Trotskiy” (Two Methods In Search of Science: Skocpol vs Trotsky) gibi makalelerinde ayrıntılandırdığı ve genelleştirdiği teori yapma tekniği, alandaki sayısız insanın nirengi noktası olmuştur. (Tüm bu makalelerine ve fazlasına İngilizce olarak kendi web sitesinden ulaşılabilir. Türkçe enfes bir çevirisi de Yordam Kitap’tan yolda.)
Bu tekniğe göre en sevdiğiniz teoriyi alır sahaya onunla gidersiniz, sonra da teoriyi doğrulayan değil yanlışlayan olguları ararsınız. Teori, olgular tarafından yanlışlanabilir olacak ki bilimsel olsun, yanlışlansın ki gelişsin, genişlesin. Sonra o teoriyi, en derin, kökteki ilkelerini ihlal etmeden, bu yeni olguları açıklayabilecek yönde yeniden tanzim edersiniz. Dahası, tüm bunları yapan özne, bilim insanının kendisi olduğuna göre, bu araştırmacının sahaya getirdiği özellikler, ortaya çıkan bilimsel ürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu araştırmacının cinsiyeti, kültürel birikimi, eğitimi, ırkı vb. araştırmayı hem mümkün kılan hem zora sokan koşullara dahildir. Burawoy, İngiltere damgalı matematik diploması olmasa Zambiya devletinin maden işletmesinde istatistikçi olarak çalışamayacağını, dolayısıyla da bu araştırmanın asla gerçekleşmeyeceğini söylüyor. Öte yandan, beyaz bir erkek olması, doğrudan siyahi işçilerle konuşmasını imkansız kılmış, ancak ikinci ağızdan bilgi toplayabilmesine yol açmış.
Dolayısıyla yanlışlanabilirliğe açıklık, özne – nesne diyalektiği ve tarihsel gelişmeye duyarlılık, teorinin ayrılmaz bir parçası haline gelir. Burawoy’un kendisi bu yaklaşımın sıradışılığının farkında olacak ki, doğrudan bu tekniği ele aldığı makalesinde, kendine has muzip ve akıcı üslubuyla, “araştırmamın müsbet bilimin dört ilkesinin her birini nasıl ihlal ettiğini anlatacağım” diyor (“The Extended Case Method”, syf. 7).
***
Bunlar, Burawoy’un disipline katkıları. Bir de işin insani boyutu var.
Michael Burawoy’un en ünlü fotoğraflarından biri, açık havada öğrencilerine ders anlattığı bir fotoğraf. Burawoy’un kişiliğini daha iyi özetleyen bir fotoğraf bulunur mu bilmem. Kampüs çalışanları ne zaman greve çıksa yanlarında oldu, grev gözcülük çizgisini asla ihlal etmedi. Ders anlatacaksa öğrencilerini aldı, dersi grev gözcülüğü yaparak, grev alanında anlattı. Kendi öğrencileri dahil Berkeley asistanları greve çıktığında ise maddi manevi her türlü desteği esirgemedi. 2020’de asistanlar (üstelik de fiili, yani sendika kararını da ihlal ederek) greve çıktığında, üstüne bir de pandemi patlak verdiğinde grev fonuna kendi cebinden yardım yaptığına ben şahidim.
Öğrencilerine, kendinden genç hocalara, solcu-ilerici sosyologlara, ezilenlerin akademi içindeki dışındaki mücadelelerine hep el vermeye çabaladı. Onun rahle-i tedrisatından geçmeyen yok gibidir Berkeley Sosyoloji bölümünde. Bizzat öğrencisi olmayanlar da şu veya bu biçimde el almıştır kendisinden.
Dur durak bilmiyordu cömertlikte. Bölümde birinin başı sıkışsın, Michael’a uzanıyordu. Ölümünden sonra düzenlenen anma etkinliğinde en az beş kişi, göz yaşları içinde, “Bu hafta toplantımız vardı, şimdi şu saatte zoom üzerinden benimle görüşecekti” dedi. Emekliliğinde bile öğrencilerine, başka hocalara vakit ayırmayı sürdürüyordu. Hem de gani gani. Her yeni öğrencisinden de kendisine yeni bir şeyler öğretmesini bekliyordu: ama bir ülke özelinde, ama yeni bir teori bağlamında, ama değişik bir araştırma sahası olarak.
Son yıllarda mücadele sahasını eğitim kurumlarının kendileri, özellikle de içinde yıllarını geçirdiği Berkeley Üniversitesi olarak belirledi. Kamu kurumlarının kamu kurumları olarak kalmaları gerekliydi. Özelleştirmelere elinden geldiğince karşı durdu, üniversitenin hocadan çok IMF, Dünya Bankası gibi eğitimle alakası olmayan kurumlardan yılda yüzbinlerce dolar ücretle bürokratları işe aldığını gözler önüne serdi. Giderek neoliberalleşen üniversiteyi, hatta bizzat kendi bölümü olan sosyolojiyi mercek altına aldığı makalesini bizzat kendi öğrencileriyle beraber yayımladı. Yani mücadele ederken de el vermeyi sürdürdü.
***
Son kavgası ve en son yayınladığı makalelerden biri, Filistin’e ilişkindi. İsrail’in 7 Ekim saldırısı üzerine başlattığı soykırım, tüm dünyayla beraber Amerikan yüksek öğretim kurumlarını da temelinden sarsıyordu. Başta Burawoy ve onun eski öğrencisi Zachary Levenson olmak üzere alanın önemli bir dizi ismi, Amerikan Sosyoloji Derneği’ne soykırımı kınama yönünde bir önerge verdiler. Kavganın en ön saflarında Filistinli sosyolog Areej Sabbagh-Khoury de yer alıyordu. Kızılca kıyamet koptu. Karşılıklı tweetler, dur durak bilmeyen anti-semitizm suçlamaları…
Burawoy, tam bu esnada bir makale yazıp sitesinde yayınladı. Makalede yalnızca Filistin’le çok yakından tanıdığı Güney Afrika apartheid sistemini yerleşimci sömürgecilik kavramı üzerinden kıyaslayarak ele almıyordu. Aynı zamanda, hatta ilk başta, bir sosyoloğun neden Filistin’den yana olması gerektiğini açıklıyor, sözüm ona tarafsız kalanların bahanelerini de bir bir bertaraf ediyordu. Tüm bunları da sosyoloji disiplini içinden, teorik titizliğinden zerre ödün vermeden, ancak her zamanki sarih üslubunu da koruyarak yapıyordu.
İş elbette makale yazmakla sınırlı kalmadı. Sosyoloji Derneği içinde mücadelede en ön safta yer aldı, Filistin İçin Sosyologlar grubunun kuruluşunda da önemli bir rol oynadı. Kampüste ise UCLA’deki Filistin’e Özgürlük kampını polis bastıktan sonra, 1 Mayıs’ta eylem yapan Berkeley kampına gidip öğrencilerinin bizzat yanında durduğunun yine ben şahidiyim. Alandaki ender hocalardan biriydi. Eylemin sonuna kadar, sıcak güneş demeden kalan belki tek hocaydı.
Bu fasılda son bir kelam. Az evvel bahsettiğim anma etkinliğinde bir hocamız, “Duygusal emekten ödün vermeyen tanıdığım tek erkek profesördü” dedi. Tek midir, şu aşamada sanmam. Ama enderdir. Hem başkaları da onu görmüş, örnek almıştır. Ondan eminim. Hepimize örnek olsun.
***
Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.
C. Süreya
Burawoy, aramızdan çok kötü bir zamanda ayrıldı. Kamu eğitimine dair ne kalmışsa tırpanla biçildiği, bilhassa göçmen, Arap kökenli ve trans öğrenciler olmak üzere tüm öğrencilerin tehdit altına girdiği, üniversite yönetimlerinin de kendilerinin yıllardır sürdürdükleri depolitizasyon sonucu bu saldırılara karşı tamamen hazırlıksız kaldıkları bir dönemde. Kendisiyle tez yazan öğrencilerin durumunu zaten saymaya gerek dahi yok.
Yıllar yılı ezilen kesimlerden her öğrencinin, asistanın, genç ve kadrosuz hocanın; bölümün, üniversitenin, disiplinin, sosyal bilimlerin içinde her türlü ilerici mücadeleyi yürütmek isteyenlerin; kamu hakkı olarak eğitimin koruyucusu olmuş bu insanı bu anda ve bu şekilde kaybetmek, müthiş zor.
Emekli olması bir şeyi değiştirmedi. “Gölgesi yeterdi” derler ya, öyleydi, orda serinlerdik.
3 Şubat’tan beridir aklımda Cemal Süreya’nın yukarıdaki iki dizesi dolanıyor. Ancak “gövdesine” sözcüğünü, içinde bulunduğum ruh durumunun ve ses benzerliğinin etkisiyle kafamda “gölgesine” çevirmişim. (Yazının adı da öyle çıktı ortaya, öyle kalsın.) Bu yazıyı yazmaya oturduğumda o iki dizeyi internette aradım, yaptığım yanlışı görünce hem şaşırdım hem de gülümsedim. Burawoy Freud’u severdi. Yakıştı.
Bizim ağacımızın değil gövdesi, gölgesini bile bırakmadı ölüm. Şu zor zamanda işimizden, disiplinimizden, ama en önemlisi mücadelemizden ve oradaki dostlarımızdan başka sarılacak kimsemiz yok. Bunların her biri de uğrunda uğraşmaya değer kıymetler. Mizahı, cömertliği, yorulmak bilmezliği ve bilgeliğiyle Burawoy, bize örnek olacaktır. Kendi de böyle isterdi herhalde.
***
Burawoy, ustamın ustasıydı. İlk tanışmamız, 2017’de, Burawoy’un kimliğine çok uyar biçimde Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümüne denk gelmişti.
Bir siyaset sosyolojisi dersinde hocam, Burawoy’un yukarıda da adından söz ettiğim “Skocpol vs. Trotsky” yazısını okutmuştu bize. Çarpılmışa dönüp, Burawoy’un bir sürü makalesini daha geceleri boş vakit kaldıkça okumuştum. En sonunda kendisine email atıp “Sizinle görüşmek istiyorum, nasıl konuşabiliriz” diye sordum. O an beni korkutan bir hızda ve kısalıkta “Görüşme saatlerim ofisinin kapısında asılı, yazıl…” diye tek cümlelik bir cevap geldi.
O cevabın da etkisiyle asık suratlı bir bilgeyle görüşeceğim zannıyla, dizlerim titreye titreye görüşme saatine gidip, kapısını vurdum. Burawoy, kapıyı açıp, daha önce hiç görmediği suratıma baktı, herhalde tanıyor muyum diye çıkarmaya çalıştı. Kim olduğumu, attığım emaili hatırlatınca gülümsedi, içeri buyur etti.
Her yanı kitap kaplı, ama son derece düzenli ofisinde bir saate yakın konuştuk. Makalesini derste okuduğumu söyleyince genizden bir sesle “Allah’ın cezası hocan, öğrencilerine benim makalelerimle işkence ediyor” deyip güldü. Herhalde beş makalesiyle alakalı beş yüz soru sormuşumdur. Hiç yorulmadan, bıkmadan, hep gülerek cevap verdi.
Çıkarken “mutlu 100. yıldönümleri” diledim. Koridorun bir ucundaki ofisinden öbür ucuna kadar duyulabilecek bir coşkulu sesle “Evet, gün bugündür!” dedi, o anda oradan geçmekte olan bir öğrencisine (kimdi hatırlamıyorum) “Bugünün Rus Devrimi’nin 100. yıldönümü olduğunu biliyor muydun?” diye sordu. “Hayır” cevabı üzerine yine gülerek, başıyla da beni işaret ederek, “Öğrensen iyi olur” dedi.
Fotoğraf: Ana Villareal