Biz bu kafalara gelemedik abi… (*)
Bilmediğini bilmek Atina dünyasındaki en bilge kişi yapmış Sokrates’i. Çokça anlatılan bir kıssadır: Sokrates, Delphi kâhini tarafından “en bilge kişi” ilan edilir. Ama Sokrates buna çok şaşırır çünkü kendisini yaşadığı toplumdaki diğer insanlara göre, hele hele yöneticilere, politikacılara, zengin tüccarlara, hâkim, komutan vb.’ne göre oldukça bilgisiz biri olarak görür. Kafasına yatmayan bu işi araştırmaya başlar, hülasa anlar ki, diğer insanlar da bilgisizlik içindedir ama onlar bu bilgisizliklerinin farkında değillerdir. Sokrates’in farkı ise bilmediğini bilmesidir. Buradan, Sokrates’in o meşhur “bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” ifadesi doğar. Böylelikle kâhinin neden Sokrates’i en bilge kişi olarak ilan ettiği de açıklığa kavuşur.
Buna göre gerçek bilgelik, bilgi iddiasında bulunmadan önce cehaletinin farkına varmaktan geçer. Bu “Sokratik cehalet” bir tür epistemik alçakgönüllülüktür aslında. Ne bildiğini ve ne bilmediğini bilmeye bir çağrı… Ne kadar basit, değil mi? Ama anlaşılan o kadar da zor…
Bilmediğini bilmediğin zaman inanmak istediklerini bilirsin mesela. Bilmediğini bilmemeyi de aşan bir haldir bu. İnsan bir nedenle söz konusu şeyin gerçek olduğuna, öyle olduğuna inanmak ister. Bu, gerçeklikle desteklenmemiş olabilir ama insan bunu bilinçli olarak kabullenir. Bu bilinçli tercihler zamanla alışkanlığa dönüşür. Yani kişi bir şeyin öyle olduğuna o kadar inanmak ister ki, sonunda o inancı sorgulamaz hâle gelir. Sokratik cehaletten farklı olarak burada insan hem bilmez hem de bilmediğini unutur. Zamanla kişi, inanmak istediği şeyi o kadar içselleştirir ki, bu onun için hakikat olur. Bir tür kendini kandırmadır bu. Bu bir tür “trajik cehalet”tir çünkü bu cehalet, sadece bilmemek değildir; insanın kendine karşı dürüstlüğünü de kaybettiği bir durumdur.
Sokratik cehalet yani bilmediğini bilmek çok değerlidir. Çünkü iyi bir başlangıç noktası sunar. Bir yanıyla Descartes’in her şeyden şüphe duyması gibidir: Şüphe ediyorum öyleyse varım (Dubito, ergo sum). Ama trajik cehalet çok daha karanlıktır. Sophokles’in Oidipus‘unda karakter kendisinin kim olduğunu bilmez ve bu bilgisizlik bir tür felakete yol açar. Felaket telafisi olmayan bir yanlış yapma hâlidir burada. Trajik bir cehalet içerisinde karar alan yöneticiler, politikacılar, “çokbilenler” kitleleri de yanlarına aldıklarında telafisi olmayan yanlışlar kaçınılmazdır.
Ama daha da derin bir tehlikeden bahsedebiliriz. İnsan sadece yanlış bilgiye sahip değildir; neye yönelmesi gerektiğini, varlığının neye dayandığını, neyle sorumlu olduğunu da unutmuştur. Artık kendi kendisine bile yabancılaşmıştır. Tam anlamıyla bir “ontolojik cehalettir” bu. Araçsallaştırılmış insanın varacağı yere işaret eder bu ontolojik cehalet. İnsanın kendisinin amaç olduğuna yönelik bir ontolojik unutma hâli.
Bir de bilmek zorunda hissetmemenin verdiği hâl vardır. Nietzsche Putların Alacakaranlığında “Birçok şeyi asla ve asla bilmek istemiyorum” diye yazar, Aristo’ya nazire yaparcasına, Metafizikte Aristo “İnsan doğası gereği bilmek ister” demiyor muydu… ve ekler Nietzsche “Bilgelik bilgiye de sınırlar çizer.” Gündelik yaşamda karşılaştığımız türden de bir durumdur bu bir yönüyle, bir tür bilgelik midir bilmem ama insanların büyük bir bölümünün bilmek istediği şeyler konusunda çok seçici ve cimri davrandığını söyleyebiliriz sanırım. Belki de bir tür “seçilmiş cehalet”tir…
Asıl sorun bilmek zorunda hissetmemenin rahatlığı ile bilmediği şeyler hakkında konuşurken kendini sınanmaktan muaf tutma hâlidir. Bu tam da iktidarın sağladığı bir rahatlıktır. Bir nas dersiniz bir pas… Hiçbir şey değişmez… Bir gün bir belediye başkanı hapse atılır, ülke çalkalanır siz “bi haber”… Hiçbir şey değişmez… Duman’ın şarkısı geliyor insanın aklına ister istemez… Biz bu kafalara gelemedik abi… Buna da “muktedir cehaleti” diyelim hadi…
Peki ne yapmalı? Tam da bu… Hamlet gibi “ne yapmalı?” diye düşünen, bilen ama eyleyemeyen bir figür… bir tür trajik tereddüt hâli, sefaletin farkında ama çoğu zaman elleri kolları bağlı… Çünkü bilmek yetmez; harekete geçmek için uygun zemine, karşılık bulacak bir dile, bir toplumsal yankıya ihtiyaç duyar… O yankı ise çoğu zaman yoktur. Ya da vardır ama duyulmuyordur… Bu da “Hamlet cehaleti”…
(*) Bu yazı, daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
Yavaş, bir durun yahu… (**)
Durmak yok yola devam…
Yakın siyasi tarihimizin, desibelindeki her bir yükseliş ve düşüş, tonlamasındaki her bir artış ve azalış ile kulaklarımızı sağır edecek derecede maruz kaldığımız, artık aklımızda ifade ediliş biçimi, ritmi ile yer eden meşhur sloganı…
Tam da John Searle’ün dilin işlevinin sadece bilgi aktarmakla sınırlı olmadığına, dilin aynı zamanda bir eylem aracı olduğuna işaret eden “konuşma edimleri-speech act” yaklaşımının ifade ettiği bir dil. “Eyleyici edim-illocutionary act” Searle’ün asıl ilgilendiği husus. Bu kavram, bir şeyi söyleyerek bir eylem gerçekleştirmeyi ifade ediyor. Örneğin, birini davet etmek, emir vermek, soru sormak gibi. Söz konusu ifade de buna benzer. Eyleyici edimin alt türleri de söz konusu, bu ifade ise bu alt türlerden en çok “yönlendirme-directive” özelliğini taşıyor görünüyor. Yönlendirme çünkü hem bir emir hem de bir teşvik içeriyor. Burada hitap edilen kitleden —millet, parti kadroları, devlet aygıtı, vb.— belirli bir davranış talep ediliyor: durmamak, devam etmek.
Bu tarz ifadelerin alametifarikası karmaşık politik süreçleri basitleştirerek topluma sunmasıdır. Eyleyici konuşma edimi, Althusser’in “ideolojik çağırma-interpellation” kavramını çağrıştırıyor. Althusser’e göre ideoloji bireyleri özneler olarak niteleyip, onları özne olarak çağırır, adlandırır. Eyleyici edim de tıpkı ideolojik çağırma gibi kitleleri bir davranışa yönlendiriyor. Dil ise burada içinde taşıdığı edimle kilit bir rol oynuyor.
Ancak sürekli hareket, ilerleme ve durmamak vurgusu, alternatiflere ya da durup düşünmeye fırsat tanımayan bir siyasal tahayyülü de beraberinde üretir. Düşünmenin ve tartışmanın yerine eylem, sadakat ve hız koyulur. Bu durum ise eleştirel aklı devre dışı bırakacaktır.
Sürekli bir hareket, kesintisiz bir akış ve kaçınılmaz olarak hız…
Oysa Badiou gündelik akışın, mevcut düzenin, durumun kesintiye uğramasıyla düşünmenin ve hakikatin mümkün hale geldiğini savunur. Sürekli bir hareket hali düşünmeyi mümkün olmaktan çıkarır. Düşünmek derinleşmeyi gerektirir, derinleşmek de durmayı…
Durmaksızın hareket düşünmeksizin yol almak anlamına gelir. Yolun ne olduğu, yola nereden başladığınız, yolun neresinde olduğunuz ya da yolun sizi nereye doğru götürdüğü soruları aldığınız hızın içinde kaybolur, belirsizleşir, birer soru olmaktan uzaklaşır. Hız Badiou’ya göre “tutarsızlığın maskesidir”. Hız arttıkça tutarsızlaşır, tutarsızlaştıkça hızlanırsınız.
Bizim dünyamıza damga vuran şey hızdır diye yazıyor Badiou: “… tarihsel değişimin hızı; teknik değişimin hızı; iletişimin, aktarımın hızı, hatta insanların birbirleriyle bağlantılar kurma hızı. Bu hız bizi çok büyük bir tutarsızlık tehlikesine maruz bırakır. Şeyler, imajlar ve ilişkiler böylesine çabuk dolaşıma girdiği içindir ki bu tutarsızlığın kapsamını ölçecek zamanımız bile yoktur. Hız tutarsızlığın maskesidir.”
Peki ne yapmak gerekir? Badiou’nun çözüm önerisi oldukça akla yatkındır: “Mesele, hakikat kategorisini bizi dünyanın hızından yalıtacak bir yavaşlıkta yeniden inşa etme meselesidir.” Ona göre felsefe bir yavaşlatma işlemi önermelidir. Hızlanma buyruğu karşısında, düşünceye ait bir zaman inşa etmelidir. Çünkü bugün onun ifadeleriyle isyan, hızı değil ahesteliği gerektirir. Yavaş ve dolayısıyla asi düşünüş…
Böylelikle yola dair sorular sorabilirsiniz… Ama önce durmak gerekir… Durmak büyük bir çağrıdır… İnsanları düşünmeye, sorgulamaya, anlamaya dair büyük bir çağrı… Yol nedir, nereye gitmektedir, alternatif yollar yok mudur?
Sonra yavaş yavaş ilerlemek gerekir. Yavaş! Anti kapitalist bir eyleyici dil edimi örneğidir. Yavaşlama ise hızın, hızlanmanın tanrılaştırıldığı günümüz kapitalizminde, otoriterliğe, faşizme, oligarşiye karşı anti kapitalist bir eylemdir.
Durmak ve yavaş yavaş ilerlemek bu yazıdaki ifadesiyle durmaksızın yol alma karşısında “yavaş, bir durun yahu!” deme fırsatını sunar.
Yavaş, bir durun yahu!
(**) Bu yazı, daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
Koray R. Yılmaz
Prof. Dr. Koray R. Yılmaz, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü’nden 1999 yılında mezun olmuş, yüksek lisans (2003) ve doktora derecelerini (2009) Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı programından almıştır. Yılmaz “Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik: İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım” ismiyle kitaplaştırılan doktora çalışması ile 2011 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Mansiyon ödülüne layık görülmüştür. 2012-2013 yılları arasında SOAS, Londra Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Departmanında misafir akademisyen olarak bulunan Yılmaz halen Ondokuz Mayıs Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eleştirel Politik Ekonomi, İktisat Kuramı, Kalkınma Çalışmaları, Düşünce Tarihi ve Türkiye başlıca çalışma ve ilgi alanlarıdır. Yayımlanmış kitap, kitap editörlükleri, İngilizce ve Türkçe çok sayıda makalesi bulunan Yılmaz, 2016 yılında M. Heinrich’in “An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital” başlıklı eserini de Türkçeye kazandırmıştır. Yılmaz aynı zamanda Praksis Dergisinin Yayın Kurulu Üyesidir.