Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Tersyüz edilmiş pasif devrim mi?

Bu içeriği paylaş:

11 Şubat’ta Evrensel’deki “Trump ve Uluslararası Ticaret” başlıklı yazımda “Trump uluslararası ticareti, doğrudan uluslararası politika öncelikleri bağlamında bir sopa olarak kullanma niyetinde” diye yazmıştım. O günden bu yana gümrük politikalarına dair uygulamalarda sürekli yaşanan değişme, erteleme, geri alma gibi süreçler bu tespiti doğrular nitelikte. En yeni ve en önemli geri adım yine “bir süre için bile olsa” geçtiğimiz pazartesi günü açıklandı: ABD ve Çin gümrük vergilerini geçici olarak azaltma konusunda anlaştı. New York Times haberine göre “Ülkeler ortak bir açıklamada, ilgili tarifeleri 90 gün boyunca askıya alacaklarını ve bu hafta sonu başlattıkları müzakerelere devam edeceklerini söylediler. Anlaşmaya göre, ABD Çin ithalatına uyguladığı tarifeyi mevcut %145’ten %30’a düşürecek, Çin ise Amerikan mallarına uyguladığı ithalat vergisini %125’ten %10’a düşürecek.” Hazine Bakanı Scott Bessent’in ifadeleriyle, ortak bir çıkarları olduğu sonucuna varmışlar. Şüphesiz Amerika’nın bu “ortak çıkarların” farkına varmasının nedeni Çin’in ABD’nin tarife politikalarına karşı geliştirdiği güçlü yanıtlar, özellikle de nadir elementler konusunda attığı karşı adımlar.

Tabii tüm bunlar insana ister istemez Plaza ve Louvre sürecini anımsatıyor. Gelin ABD dış ticaretini merkeze koyarak iki bölümde kısa bir tarihsel yolculuk yapalım. İkinci bölümü haftaya…

Aşağıdaki grafik 1945’ten itibaren ABD’de dış ticaretin gelişme sürecini genel hatlarıyla anlamamıza yardımcı olacaktır.

 

 

Grafik 2. Dünya Savaşından 1970’lere kadar ABD’nin dış ticaret fazlası verdiğini gösteriyor. Bu durum ABD’nin savaştan zarar görmeden çıkan tek büyük güç olmasıyla ilişkilidir. 1950’lerde ABD, dünya üretiminin, ihracatının ve altın rezervinin çok önemli bir miktarını elinde tutan devasa bir güç olarak görünüyordu. Avrupa ve Japonya ise savaşta büyük bir yıkıma uğramıştı. Bu koşullarda ABD’nin üretimi de dış satımı da teknolojisi de ezici biçimde üstün durumdaydı.

Diğer yandan Bretton Woods’la birlikte dolar rezerv para haline gelmişti ve bu yönüyle ABD ihracatına sürekli olarak talep yaratan bir unsur oldu. Bu süreçte ABD Marshall yardımları ile kendi mallarına olan talebi artırırken, IMF ve DB gibi kurumlardan sağlanan kredilerin de en büyük tedarikçisiydi.  Kısaca ABD yardım vererek aynı zamanda kendi mallarına da pazar oluşturuyordu. Yine bu dönemde finansallaşmanın bugünkü formundan oldukça uzak olması, tüketicilerin harcamalarında krediden ziyade ücret gelirlerine dayanmalarını beraberinde getiriyor bu da ithalatın sınırlı kalmasına yol açıyordu. Almanya ve Japonya gibi ülkelerin henüz rekabet edecek güce sahip olmaması da ABD ihracatını artıran temel unsurlardı.

1970’ler dönüm noktasını oluşturdu. Nixon’un Bretton Woods’tan çıkışı, kur sisteminin serbestleşmesi, doların değer kaybetmeye başlaması, Almanya ve Japonya gibi ülkelerin rekabetçi bir konuma ulaşmaları, ABD’nin üretim üstünlüğünü kısmen yitirmeye başlaması, ABD ekonomisinin içine girdiği zorluklarla birlikte, enflasyon, işsizlik, düşük büyüme vb. ABD hegemonyasının sorgulandığı bir sürecin önü açıldı. Bu süreçte ABD ithalatı artmaya, dış ticaret fazlası azalmaya hatta tersine dönmeye, yani ABD dış ticaret açığı vermeye başladı. Bunda ithalat faturasını artıran petrol krizlerinin de önemli bir rolü vardı.

Bu ikinci aşamayı 1980-90 arasında ABD’nin dış ticaret açığının derinleştiği bir dönem izledi. 1980’lerde Reagan’la birlikte yaşanan mali genişleme (vergi indirimleri) ve Volcker’la birlikte yaşanan parasal sıkılaşma ile yani yüksek faiz gibi nedenlerle dolar aşırı değer kazanmaya başladı. Doların aşırı değerli olması, ithalatı artıran, ihracatı ise zayıflatan bir süreci beraberinde getirdi. Dış ticaret açığı gittikçe artırıyordu. Diğer yandan Almanya ve Japonya’daki üretim artışı, dış ticaret fazlasının artışı gibi dinamikler bu ülkeleri yeni büyük güçler olarak sahneye çıkarıyordu.

Aşağıdaki tablo 1970’leri takip eden süreçte ABD’nin dış ticaret açığının artmaya, Almanya’nın ise yükselen bir şekilde dış ticaret fazlası vermeye başladığını göstermektedir. Tam da bu süreç, ABD hegemonyasındaki gerileme ve buna bir çare arayışını beraberinde getirdi.

 

 

Reagan yönetimi (Trump misali), Amerikan üreticilerini korumak ve ticaret açığını azaltmak söylemiyle meşhur Plaza Anlaşmasını gündeme getirdi. Anlaşma ABD, Japonya, Batı Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık’ın katılımıyla 1985 sonlarında gerçekleşti. Plaza Anlaşması ile özellikle Japon yeni ve Alman markı karşısında doların değerinin düşürülmesi, ABD’nin açıklarını azaltarak, Japonya ve Almanya’nın verdiği fazlayı sınırlayarak ticaret dengesizliklerinin düzeltilmesi amaçlanıyordu. ABD bu anlaşmayla birlikte 90’ların ortalarına kadar dış ticaret açığındaki artışı sınırlamayı başardı. Ancak Japonya ve Almanya’nın bu süreçte para birimlerinin değerinin artması- artan faiz oranları ile birlikte- rekabetçiliklerine zarar vermeye başladı. Bu nedenle 1987 yılında meşhur Louvre Müzesinde aynı ülkeler doların daha fazla değer kaybetmesini önlemek ve Almanya, Japonya gibi ülkelerin ihracatçıları üzerindeki baskıları hafifletmek için Louvre Anlaşmasını imzaladılar. Özetle Plaza Anlaşması ile doların düşürülmesi, Louvre Anlaşması ile de artık dolara bir istikrar sağlanması hedeflendi.

Plaza ve Louvre Anlaşmaları salt ekonomik düzenleme değil, hegemonik güç mücadelesinin birer aracıydı. ABD’nin hegemonyasının gerilemeye başladığı dönemde, başta Japonya olmak üzere yükselen yeni güçleri dizginleyip yeniden merkezi konuma dönmesi açısından kritik roller oynamışlardır.

Özellikle Japonya, bu sürecin ardından düşük faiz ve kredi genişlemesiyle ABD’den ithalatı artırdı ama bu, büyük bir varlık balonunu da beraberinde getirdi. 1990’larda balon patladığında Japonya “kayıp on yıl(lar)” diye adlandırılan uzun bir durgunluğa girerek rekabetten de elenmiş oldu. Anlaşmaların Almanya üzerindeki etkisi bu derece olmasa da Almanya’yı da ihracat gücünü yitirmeye ve iç talebi artırmaya zorladığı söylenebilir.

Peki bu ülkeler neden bu anlaşmayı onayladılar? Bunun başta jeopolitik olmak üzere- Almanya’nın bölünmüşlüğü, Japonya’daki ABD üsleri, ABD’yi korumacı politikalardan uzak tutmak, dolayısıyla kendi ihracatçı ekonomilerini sürdürebilmek vb. nedenleri söz konusu. Dolayısıyla Almanya ve Japonya’nın bu anlaşmalara katılımının gönüllülükten ziyade, jeopolitik bağımlılıkları, ekonomik yapıları ve sistem içi konumları gereği olduğu düşünülebilir. Bu bir tür hegemonik rıza üretimidir: Zora dayalı olmayan ama tamamen özgür iradeye de dayanmayan bir onay.

ABD hegemonya restorasyonunu zor yoluyla değil, sistemin “meşru lideri” rolünü sürdürerek başardı. Bunun bir tür pasif devrim niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Kurallar değişmeden, çıkar dengeleri yeniden kuruldu.

Bugüne geldiğimizde belki de kuralları değiştirmeden çıkar dengelerini yeniden kurmaya çalışan Çin’dir. Çin’in ABD’yi, küreselleşmenin kendi kurallarıyla hareket etmeye zorlaması; ABD’nin kendi koyduğu kurallara uymaya “zorlanması”, bir tür tersyüz edilmiş pasif devrim örneği olarak okunamaz mı? Ya da belki de sadece kurt bir iş adamı olarak Trump pazarlığı yüksekten açmıştır? Belki ikisi de… Ama her halükârda geri adım atan Çin değil ABD’dir. İzlemeye devam…

(*) Bu yazı, daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.

(**) Görsel: Trump ve Şi | Fotoğraflar: AA, Kolaj: Evrensel.

Koray R. Yılmaz

Prof. Dr. Koray R. Yılmaz, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü’nden 1999 yılında mezun olmuş, yüksek lisans (2003) ve doktora derecelerini (2009) Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı programından almıştır. Yılmaz “Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik: İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım” ismiyle kitaplaştırılan doktora çalışması ile 2011 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Mansiyon ödülüne layık görülmüştür. 2012-2013 yılları arasında SOAS, Londra Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Departmanında misafir akademisyen olarak bulunan Yılmaz halen Ondokuz Mayıs Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eleştirel Politik Ekonomi, İktisat Kuramı, Kalkınma Çalışmaları, Düşünce Tarihi ve Türkiye başlıca çalışma ve ilgi alanlarıdır. Yayımlanmış kitap, kitap editörlükleri, İngilizce ve Türkçe çok sayıda makalesi bulunan Yılmaz, 2016 yılında M. Heinrich’in “An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital” başlıklı eserini de Türkçeye kazandırmıştır. Yılmaz aynı zamanda Praksis Dergisinin Yayın Kurulu Üyesidir.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.