I- Çin-ABD ve “Tersyüz edilmiş pasif devrim”
Ding Xiaoping, 16 Eylül 1978’de yaptığı konuşmasında Mao’nun “Gerçeklikten yola çıkarak doğruyu arayın. olarak ifade edebileceğimiz sözüne referansla “Eğer Mao Zedong Düşüncesinin bayrağını yüksekte tutacaksak, ilke ve politika sorunlarını ele alırken her zaman mevcut gerçeklikten yola çıkmalıyız.” diyordu. Bu konuşma tarihsel olarak tam da kapitalizminin kriz sürecinden çıkmak için, geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz üretimin parçalanması ve emek gücünün daha ucuz olduğu coğrafyalara doğru yayılma eğilimi gündeme gelmek üzereyken gerçekleşiyordu. Kapitalizmin gerçekliğinde bir şeyler değişiyordu ve Xiaoping de Çin’in yeni rotasını buna göre oluşturmak amacındaydı. Bu sürecin siyasete dair olan erken adımları şüphesiz 1971 Birleşmiş Milletler Üyeliği ve arkasından 1972 Nixon’un Çin ziyareti ile atılmıştı. Ekonomide ise henüz Mao hayattayken dışa açılma dile getirilmeye başlanmıştı. Xiaoping’in aynı konuşmasından alıntılarsak: “Mao yoldaş henüz hayattayken diğer ülkelerle ekonomik ve teknik alışverişleri genişletmeyi düşündük. Bazı kapitalist ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmek, hatta yabancı sermayeyi bünyemize katmak, ortak girişimlerde bulunmak istiyorduk.” Bu arayış Xiaoping’e göre kapitalizmin uluslararası işleyişinin yeni gerçekliğinde Çin için aranan doğru yoldu. “Üretici güçlerimizin büyümesini hızlandırmak, halkın maddi ve kültürel yaşamını iyileştirmek ve bakış açılarını genişletmek için şu anda sahip olduğumuz elverişli koşullardan yararlanmalıyız.” Vakit gelmişti ve Çin kapitalist ekonomiler ile “sahip olduğu elverişli koşullarda” ilişkileri geliştirmeye hazırdı.
Bu elverişli koşulların açığa çıktığı asıl alan Çin’deki Özel Ekonomik Bölgelerdir (ÖEB). 1980’den itibaren Xiaoping’in “Reform ve Dışa Açılma” politikası çerçevesinde kurulan ve sosyalist sistem içinde kapitalist üretim ve ticaret biçimlerine açık olan bu özel alanlar, düşük vergi, ucuz emek gücü, teknoloji ithaline teşvik, basit bürokratik işlemler, görece bağımsız yerel yönetimler gibi unsurlara dayalı olarak özellikle 90’larla beraber artan şekilde yabancı yatırımları çekmeye başladı. İhracata yönelik üretimin esas olduğu bu bölgeler zamanla küresel üretim/tedarik zincirlerinin önemli parçaları haline geldi, bu da ihracatı daha da hızlandıran bir süreci beraberinde getirdi. Örneğin Şenzen, ki bu ÖEB’lerin ilki olarak bilinir, 1980’de bir balıkçı kasabasıyken, 2000’lere gelindiğinde bir küresel teknoloji ve üretim merkezi haline geldi. Bu gelişmeler Pekin, Şanghay gibi büyük şehirlere yayıldı, buralarda da Ekonomik ve Teknolojik Gelişim Bölgeleri kuruldu.
Aşağıdaki grafikten de görüleceği üzere Çin’in ihracat artışı asıl olarak 2000 sonrası dönemde oldukça çarpıcıdır. Buradaki ana unsur şüphesiz Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasıdır.



Üyelik süreci genel olarak Çin’in ihracatını artırırken, ABD’ye olan ihracat da bu süreçte hızla artmaya başladı. Takip eden grafikten de bunu izleyebilirsiniz.



Çin’in büyük bir ihracatçı ve geçen haftalardaki yazılarımda aktardığım üzere ABD’nin büyük bir ithalatçı olarak ortaya çıkması iki ülke arasındaki ticaret dengesinin hızla Çin lehine gelişmesini beraberinde getirdi. 2024’e ait son yıllık veriye göre ABD’nin, Çin’e ihracatı 143,5 milyar dolar iken Çin’den 438,9 milyar dolarlık ürün ithal etti. İki ülke arasındaki dış ticaret açığı da böylece 300 milyar dolara yaklaştı. Grafik daha genel olarak aylık bazda iki ülkenin dış ticaret dengesindeki değişimi göstermektedir.



2000’lerle birlikte daha belirgin hale gelen bu resmi tamamlayan şey önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi başta Çin ve Japonya gibi ülkelerinin dış fazlalarını ABD tahvilleri almak için kullanmasıdır. Bu da ABD için doların evrensel para konumunda olmasından kaynaklanan bir tür finansal hegemonya ve refah artışına işaret etmektedir. Aşağıdaki grafik 2000 sonrası için Çin ve Japonya’nın tahvil alımı konusundaki özel konumuna işaret etmektedir.



Sosyalizm içinde kapitalizme yer açma stratejisi zamanla Çin’deki sistem piyasa sosyalizmi mi yoksa devlet kapitalizmi mi gibi önemli sorularını gündeme getirse de Çin ekonomisinin büyüklüğü bugünlerde 20 trilyon dolar civarına ulaştı. Herhalde Çin’deki bu özel durum onun tam da ne olduğu üzerinde uzlaşma olmayan bu sisteminden kaynaklanmaktadır. Mao döneminin sağladığı donanım zemininde sosyalist niteliği ekonominin bütünüyle neoliberal bir sürece girmesini engellemiş, devletin ekonomideki ağırlığı bir biçimde korunmuş, ÇKP’nin çizgisindeki farklılaşma sürece yön vermiştir. Ancak bu çizginin oluşması dünya ekonomisinin yeni gerçekliğince mümkün olmuştur. Xiaoping’in deyişiyle Çin de bu süreçten “sahip olduğu elverişli koşullarda” yararlanmıştır.
Gelinen noktada Çin, uluslararası nizam açısından ABD ve birçok Avrupa ülkesi için bir tür oyun bozucu olarak görülüyor. Bana kalırsa Çin tam da bu oyunu sürdürmek istiyor. Çünkü bu oyun Çin’e kazandırıyor. Bu tespit uluslararası ilişkiler zemininde ilk yazımızda kullandığımız “tersyüz edilmiş pasif devrim” kavramı ile anlatmak istediğimiz hususa işaret ediyor.
Bu açıdan bakıldığında, Çin’in doğrudan çatışmaya girmeden, “ABD’nin kurduğu oyun içinde” onun stratejik manevra alanını daralttığını söyleyebiliriz. Son olarak 11 Mayıs’ta yüksek vergilerden geçici de olsa vazgeçme kararı ise ABD’nin aslında oyunun kendi koyduğu ilkelerine doğru geri adım atmak -ama bunu rızadan ziyade Çin’in tutumu nedeniyle yapmak- durumunda kalmasına işaret etmektedir.
Şüphesiz süreç dinamik bir niteliğe sahip ve öngörülebilir olmaktan uzaktır. Ancak genel olarak bakıldığında Çin’in, klasik anlamda devrimci bir aktör gibi davranmadan, hegemonik yapının içinde kalarak, yani oyuna katılarak, ABD’yi pasifleştiren bir dönüşüm gerçekleştirme eğiliminde olduğunu söylemek mümkün gözüküyor. Bu, Gramsci’nin kavramına tersyüz edilmiş biçimde oldukça uyuyor gibi görünse de sürece yön verecek olan küresel belirsizliklerin nasıl bir seyir izleyeceği olacak…
Ucu açık bir analiz olarak okumaya, anlamaya çalışmaya devam diyelim…
II- Derinleşen finansallaşma, parçalanan üretim ve ABD dış ticaret açığı
Geçen haftaki yazımda, ABD-Çin gümrük tarifelerindeki inanılması zor artışların geçici bir süre için de olsa önemli oranda düşürülmesini içeren anlaşma ile yeni bir sürece girmesi üzerine ABD dış ticaretini merkeze koyarak iki bölümde kısa bir tarihsel yolculuk yapmayı önermiştim. 2.DS’ndan kabaca 70’lerin ortalarına kadar olan süreci ABD’nin dış ticaret fazlası verdiği bir dönem olarak ifade etmiştim. 70’lerin ortalarında başlayan dış ticaret açığının 85’e kadar artan bir seyir izlediğini göstermiş, 80’lerin ilk yarısının artan dış ticaret açığının 85 Plaza ve 87 Louvre anlaşmaları ile tersine dönme eğilimine girdiğinin altını çizmiştim. 85-95 arası dönemin dış ticaret açığının ise genel olarak yüksek olduğunu ama dalgalı bir seyir izlemediğini görebiliriz. 85 ile başlayan dış ticaret açığında daralma, 91’de en düşük düzeyine ulaştıktan sonra artmaya başlamıştır.
1990-2008 dönemi ABD’nin dış ticaret açığında niteliksel olarak yeni bir döneme girildiğine işaret etmektedir. Açık bu dönemde yıllık 100 milyar dolarlardan 700 milyar dolar civarına çıkmıştır. Bugün bir kısmı geri çekilse de Çin dahil tüm dünyaya yağdırılan gümrük vergilerinin gerekçesini oluşturan koşullar büyük oranda bu dönemde oluşmuştur.
Bu dönem kapitalizmin uluslararası ölçekteki işleyişinde bir süredir gözlenen eğilimlerin “dönemsel bir karakter” özelliği kazandığı bir süreç olmuştur. Reel sosyalizmin çöküşü zemininde küresel ölçekte yayılma eğilimi daha fazla realize olan kapitalizmin bu süreçte bir yandan giderek daha fazla finansallaştığı diğer yandan da üretim sürecini Çin başta olmak üzere büyük oranda Asya’ya kaydırdığını söylemek mümkündür. Süreç bir yanda sürekli dış açık veren ABD’nin yer aldığı diğer tarafta da başta Çin olmak üzere bu açığın finansmanını ABD tahvilleri satın alarak gerçekleştiren bir dizi başka ülkenin yer aldığı küresel bir finansal ve endüstriyel işleyiş ortaya koymuştur.
Gerçekten de bu sürecin ABD’nin dış ticaret açığı üzerinde son derece önemli etkileri oldu. 1990 ile birlikte ABD’de derinleşen finansallaşma sistematik olarak varlık fiyatlarında şişmelere (hisse senedi + konut vb.) yol açarken süreç kredi kartları, mortgage sistemleri vb. ile hane halkının büyük oranda tüketimlerini borçla sürdürmelerini beraberinde getirdi. 45 sonrasının “ücretin kadar harca” perspektifi yerini “borçlanabildiğin kadar harcaya” bırakmaya başladı. Bu durum kaçınılmaz bir şekilde ABD hane halkının ithal mallara olan talebinde de önemli artışlar yaratıyordu. Artan ithalat dış ticaret açığını büyüten önemli bir unsur oldu.
Diğer yandan ABD’li şirketlerin üretimlerini Çin, Meksika, Doğu Asya gibi ucuz işgücü coğrafyalarına doğru kaydırmış olması, ithalatın yalnızca tüketimle değil, üretim yapısıyla da bağlantılı hale gelmesine yol açtı. Bu dönemin en önemli kavramlarından biri üretimin parçalanması oldu. Daha moda tabirle bu dönemde tedarik zincirleri küreselleşti. Bununla kastedilen şey aslında doğrudan yabancı yatırım olgusunda yaşanan önemli bir dönüşümdür. Bilindiği üzere doğrudan yabancı yatırım olgusunda klasik işleyiş bir ülkenin başka bir ülkeye üretim yatırımı yapmasıdır (ayrıntı ve çeşitlerini bir kenara bırakalım). Yani temelde ilişki yatırım yapan ve yatırım yapılan ülke arasındadır. Halbuki üretimin parçalanması süreci ile birlikte, tek bir malın üretim aşaması çok sayıda ülkeye bölünmüş ve üretim sürecinin her bir aşaması neredeyse başka bir ülkede yapılır hale gelmiştir. Şüphesiz katma değeri en düşük olan kısımları üreten Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın az gelişmiş ülkeleri olmuştur. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken şey üretimin bu parçalanmasının uluslararası ticaret üzerindeki muazzam artış yaratan etkisidir. Sonuçta tek bir nihai mal üretilse de bu üretim çok sayıda uluslararası alım-satım ilişkisi yaratmaktadır. Böylece ABD ithalatı bu yolla da artıyordu. Bu dönemde ABD’nin ihracatı teknoloji ve yüksek katma değerli ürünlerde artarken, tüketim malları ithalatı çok daha hızlı büyüdü. Ülke içi üretim ve ihracata dayalı ekonomi yerini bir tür ileri montaj ekonomisine bırakıyordu. Sonuç artan dış ticaret açığıydı.
Doların küresel rezerv para olması bu açığı “sürdürülebilir” hale getirdi. ABD’nin açık vermesi sorun yaratmadı çünkü, dolar hâlâ dünyanın rezerv parasıydı ve diğer ülkeler özellikle de Çin ve Japonya bu açıkları finanse etmek için bolca ABD tahvili alıyorlardı. Yani ABD ithalat yapıyor, karşılığında borçlanıyordu ama bu borcu finanse etmek isteyen Çin, Japonya vb. ülkeler zaten hazırdı. Bu döngüde ticaret açığı ABD için bir sorun değil, sistemin işleyişinin parçası olarak görünüyordu.
1990 sonrası içine girilen bu süreçte ABD temelde tüketici bir ülke konumundaydı ve ithalatla birlikte açığı sürekli artıyordu. Çin gibi Asya ülkeleri ise temelde üretici konumdaydı. Malları düşük fiyatlarla üretiyor, birçok ülkeye ama özellikle de ABD’ye de satıyor, böylece dış ticaret fazlası veriyor, dolar rezervi biriktiriyor ve ABD Hazine kağıtlarının en önemli alıcısı haline geliyordu. Aslında bu modelde ABD’nin açığı başta Çin olmak üzere diğer ülkelerin fazlasının bir sonucuydu. Bu model ABD’ye çok ucuz borçlanma ve ithalat yapma imkânı sağlıyor ama bir yandan da hudutsuz bir şekilde dış ticaret açığının artmasına yol açıyordu.
Öyle görünüyor ki bu konuya bir yazı daha ayırmamız gerekecek… Haftaya Çin’in DTÖ’ye girişinin etkileri ve 2008 krizi sonrası ABD dış ticaretinin seyrine bakarak bugüne gelebilmek ve ilk yazıdaki tersyüz edilmiş pasif devrim tespiti bağlamında genel bir değerlendirme sunabilmek umuduyla…
III- Tersyüz edilmiş pasif devrim mi?
11 Şubat’ta Evrensel’deki “Trump ve Uluslararası Ticaret” başlıklı yazımda “Trump uluslararası ticareti, doğrudan uluslararası politika öncelikleri bağlamında bir sopa olarak kullanma niyetinde” diye yazmıştım. O günden bu yana gümrük politikalarına dair uygulamalarda sürekli yaşanan değişme, erteleme, geri alma gibi süreçler bu tespiti doğrular nitelikte. En yeni ve en önemli geri adım yine “bir süre için bile olsa” geçtiğimiz pazartesi günü açıklandı: ABD ve Çin gümrük vergilerini geçici olarak azaltma konusunda anlaştı. New York Times haberine göre “Ülkeler ortak bir açıklamada, ilgili tarifeleri 90 gün boyunca askıya alacaklarını ve bu hafta sonu başlattıkları müzakerelere devam edeceklerini söylediler. Anlaşmaya göre, ABD Çin ithalatına uyguladığı tarifeyi mevcut %145’ten %30’a düşürecek, Çin ise Amerikan mallarına uyguladığı ithalat vergisini %125’ten %10’a düşürecek.” Hazine Bakanı Scott Bessent’in ifadeleriyle, ortak bir çıkarları olduğu sonucuna varmışlar. Şüphesiz Amerika’nın bu “ortak çıkarların” farkına varmasının nedeni Çin’in ABD’nin tarife politikalarına karşı geliştirdiği güçlü yanıtlar, özellikle de nadir elementler konusunda attığı karşı adımlar.
Tabii tüm bunlar insana ister istemez Plaza ve Louvre sürecini anımsatıyor. Gelin ABD dış ticaretini merkeze koyarak iki bölümde kısa bir tarihsel yolculuk yapalım. İkinci bölümü haftaya…
Aşağıdaki grafik 1945’ten itibaren ABD’de dış ticaretin gelişme sürecini genel hatlarıyla anlamamıza yardımcı olacaktır.



Grafik 2. Dünya Savaşından 1970’lere kadar ABD’nin dış ticaret fazlası verdiğini gösteriyor. Bu durum ABD’nin savaştan zarar görmeden çıkan tek büyük güç olmasıyla ilişkilidir. 1950’lerde ABD, dünya üretiminin, ihracatının ve altın rezervinin çok önemli bir miktarını elinde tutan devasa bir güç olarak görünüyordu. Avrupa ve Japonya ise savaşta büyük bir yıkıma uğramıştı. Bu koşullarda ABD’nin üretimi de dış satımı da teknolojisi de ezici biçimde üstün durumdaydı.
Diğer yandan Bretton Woods’la birlikte dolar rezerv para haline gelmişti ve bu yönüyle ABD ihracatına sürekli olarak talep yaratan bir unsur oldu. Bu süreçte ABD Marshall yardımları ile kendi mallarına olan talebi artırırken, IMF ve DB gibi kurumlardan sağlanan kredilerin de en büyük tedarikçisiydi. Kısaca ABD yardım vererek aynı zamanda kendi mallarına da pazar oluşturuyordu. Yine bu dönemde finansallaşmanın bugünkü formundan oldukça uzak olması, tüketicilerin harcamalarında krediden ziyade ücret gelirlerine dayanmalarını beraberinde getiriyor bu da ithalatın sınırlı kalmasına yol açıyordu. Almanya ve Japonya gibi ülkelerin henüz rekabet edecek güce sahip olmaması da ABD ihracatını artıran temel unsurlardı.
1970’ler dönüm noktasını oluşturdu. Nixon’un Bretton Woods’tan çıkışı, kur sisteminin serbestleşmesi, doların değer kaybetmeye başlaması, Almanya ve Japonya gibi ülkelerin rekabetçi bir konuma ulaşmaları, ABD’nin üretim üstünlüğünü kısmen yitirmeye başlaması, ABD ekonomisinin içine girdiği zorluklarla birlikte, enflasyon, işsizlik, düşük büyüme vb. ABD hegemonyasının sorgulandığı bir sürecin önü açıldı. Bu süreçte ABD ithalatı artmaya, dış ticaret fazlası azalmaya hatta tersine dönmeye, yani ABD dış ticaret açığı vermeye başladı. Bunda ithalat faturasını artıran petrol krizlerinin de önemli bir rolü vardı.
Bu ikinci aşamayı 1980-90 arasında ABD’nin dış ticaret açığının derinleştiği bir dönem izledi. 1980’lerde Reagan’la birlikte yaşanan mali genişleme (vergi indirimleri) ve Volcker’la birlikte yaşanan parasal sıkılaşma ile yani yüksek faiz gibi nedenlerle dolar aşırı değer kazanmaya başladı. Doların aşırı değerli olması, ithalatı artıran, ihracatı ise zayıflatan bir süreci beraberinde getirdi. Dış ticaret açığı gittikçe artırıyordu. Diğer yandan Almanya ve Japonya’daki üretim artışı, dış ticaret fazlasının artışı gibi dinamikler bu ülkeleri yeni büyük güçler olarak sahneye çıkarıyordu.
Aşağıdaki tablo 1970’leri takip eden süreçte ABD’nin dış ticaret açığının artmaya, Almanya’nın ise yükselen bir şekilde dış ticaret fazlası vermeye başladığını göstermektedir. Tam da bu süreç, ABD hegemonyasındaki gerileme ve buna bir çare arayışını beraberinde getirdi.



Reagan yönetimi (Trump misali), Amerikan üreticilerini korumak ve ticaret açığını azaltmak söylemiyle meşhur Plaza Anlaşmasını gündeme getirdi. Anlaşma ABD, Japonya, Batı Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık’ın katılımıyla 1985 sonlarında gerçekleşti. Plaza Anlaşması ile özellikle Japon yeni ve Alman markı karşısında doların değerinin düşürülmesi, ABD’nin açıklarını azaltarak, Japonya ve Almanya’nın verdiği fazlayı sınırlayarak ticaret dengesizliklerinin düzeltilmesi amaçlanıyordu. ABD bu anlaşmayla birlikte 90’ların ortalarına kadar dış ticaret açığındaki artışı sınırlamayı başardı. Ancak Japonya ve Almanya’nın bu süreçte para birimlerinin değerinin artması- artan faiz oranları ile birlikte- rekabetçiliklerine zarar vermeye başladı. Bu nedenle 1987 yılında meşhur Louvre Müzesinde aynı ülkeler doların daha fazla değer kaybetmesini önlemek ve Almanya, Japonya gibi ülkelerin ihracatçıları üzerindeki baskıları hafifletmek için Louvre Anlaşmasını imzaladılar. Özetle Plaza Anlaşması ile doların düşürülmesi, Louvre Anlaşması ile de artık dolara bir istikrar sağlanması hedeflendi.
Plaza ve Louvre Anlaşmaları salt ekonomik düzenleme değil, hegemonik güç mücadelesinin birer aracıydı. ABD’nin hegemonyasının gerilemeye başladığı dönemde, başta Japonya olmak üzere yükselen yeni güçleri dizginleyip yeniden merkezi konuma dönmesi açısından kritik roller oynamışlardır.
Özellikle Japonya, bu sürecin ardından düşük faiz ve kredi genişlemesiyle ABD’den ithalatı artırdı ama bu, büyük bir varlık balonunu da beraberinde getirdi. 1990’larda balon patladığında Japonya “kayıp on yıl(lar)” diye adlandırılan uzun bir durgunluğa girerek rekabetten de elenmiş oldu. Anlaşmaların Almanya üzerindeki etkisi bu derece olmasa da Almanya’yı da ihracat gücünü yitirmeye ve iç talebi artırmaya zorladığı söylenebilir.
Peki bu ülkeler neden bu anlaşmayı onayladılar? Bunun başta jeopolitik olmak üzere- Almanya’nın bölünmüşlüğü, Japonya’daki ABD üsleri, ABD’yi korumacı politikalardan uzak tutmak, dolayısıyla kendi ihracatçı ekonomilerini sürdürebilmek vb. nedenleri söz konusu. Dolayısıyla Almanya ve Japonya’nın bu anlaşmalara katılımının gönüllülükten ziyade, jeopolitik bağımlılıkları, ekonomik yapıları ve sistem içi konumları gereği olduğu düşünülebilir. Bu bir tür hegemonik rıza üretimidir: Zora dayalı olmayan ama tamamen özgür iradeye de dayanmayan bir onay.
ABD hegemonya restorasyonunu zor yoluyla değil, sistemin “meşru lideri” rolünü sürdürerek başardı. Bunun bir tür pasif devrim niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Kurallar değişmeden, çıkar dengeleri yeniden kuruldu.
Bugüne geldiğimizde belki de kuralları değiştirmeden çıkar dengelerini yeniden kurmaya çalışan Çin’dir. Çin’in ABD’yi, küreselleşmenin kendi kurallarıyla hareket etmeye zorlaması; ABD’nin kendi koyduğu kurallara uymaya “zorlanması”, bir tür tersyüz edilmiş pasif devrim örneği olarak okunamaz mı? Ya da belki de sadece kurt bir iş adamı olarak Trump pazarlığı yüksekten açmıştır? Belki ikisi de… Ama her halükârda geri adım atan Çin değil ABD’dir. İzlemeye devam…
IV- Trump ve Uluslararası Ticaret
Trump göreve geldiğinden bu yana uluslararası ticaretle ilgili birçok tehditte bulundu. Geçtiğimiz ay, Kolombiya’dan gelen mallara gümrük vergisi uygulayacağını duyurdu ancak ülke sınır dışı edilen göçmenleri taşıyan uçakların inişini kabul ettikten sonra geri adım attı. Kanada ve Meksika’dan yapılan ithalata getirdiği gümrük vergileri, ülkeler yasadışı uyuşturucu ve göçmen akışını engelleme çabalarını yoğunlaştırmayı kabul ettikten sonra otuz gün süreyle ertelendi. Çin mallarına uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 10 oranında artırma kararı yürürlüğe girince, Çin de misilleme önlemlerini açıkladı. Son olarak pazar günü, Amerika Birleşik Devletleri’ne gelen her çelik ve alüminyuma %25 gümrük vergisi uygulayacağını, hafta içinde de telafi edici vergileri resmen açıklayacağını belirtti. Bu hafta bu konuda bolca haber duyacağız anlaşılan.
Telafi edici vergiler, ihracatçı ülke hükümeti tarafından “haksız” bir şekilde sübvanse edildiği düşünülen mallara, ithalatçı ülke tarafından uygulanan tarife benzeri ücretlerdir ve tipik tarife dışı önlemler arasında sayılır. Tarife dışı önlemler ise özü itibariyle Dünya Ticaret Örgütü’nün tercih etmediği, kaçınılması gerektiğini belirttiği uygulamalardır. Gerek tarife dışı önlemler gerek gümrük tarifelerindeki yeni düzenlemeler eşliğinde genel olarak resme bakıldığında Dünya Sağlık Örgütü, BM İnsan Hakları Konseyi vb. uluslararası kurumlardan çekilen Trump’ın Dünya Ticaret Örgütü’nden de çekilebileceğini ya da bu süreci onu dönüştürmek için kullanmaya çalışacağını öngörebiliriz. Henüz 2018 yılında “eğer ilerleme kaydetmezlerse, DTÖ’den çekilirim” dediğini biliyoruz.
Açık ki Trump uluslararası ticareti, doğrudan uluslararası politika öncelikleri bağlamında bir sopa olarak kullanma niyetinde. Liberal öğreti bize tam tersini salık verirken bu gelişmeleri nasıl anlamak gerekir? Biraz daha teorik ve tarihsel bir zeminden tartışalım.
Ana akım iktisat bir dolu çam devirerek serbest ticaretin ticarete katılan her bir ülke için kazançlı olduğunu ileri sürer. Eğer ülkeler sahip oldukları faktör donanımları bağlamında uzmanlaşır ve uzmanlaştıkları bu alanda ürettikleri malların ihracatını yapar karşılığında da diğer ülkelerin uzmanlaştığı ürünü ithal ederse her iki ülke de bu ticaretten kazançlı çıkacaktır. Meseleye buradan baktığımızda bugün neden çok taraflı ticaret anlaşmalarından, yüksek gümrük vergilerine doğru bir geçiş yaptığımız kolaylıkla anlaşılamaz. Hele yüksek gümrük vergilerini teoriye göre serbest ticareti en şiddetli bir şekilde savunması gereken ABD uygulamaya koyuyorsa. Bu durumu anlamak uluslararası ticaretin politik olandan bağımsız olmadığını bilmekle mümkün olabilir.
Uluslararası ticaret bugün de dün de hiçbir zaman politik olandan bağımsız olmamıştır. Bunu uluslararası ticaret teorisinin kalbinde yer alan meşhur İngiliz kumaşı ve Portekiz şarabı üzerinden anlatmaya çalışayım. Öncelikle ifade etmek gerekir ki David Ricardo’nun mukayeseli üstünlükler olarak adlandırılan ve her iki ülkenin de ticaretten kazançlı çıkacağını ileri sürdüğü modeline kaynaklık eden bu İngiltere ile Portekiz arasındaki kumaş-şarap ticareti örneği gerçek, tarihsel bir örnektir. Her ne kadar Ricardo’nun asli perspektifi neoklasikler tarafından deforme edilmiş olsa da nasıl “tüm Rus edebiyatı Gogol’un Palto‘sunun altından çıkmışsa” uluslararası ticaret teorileri de Ricardo’nun bu yorumunun altından çıkmıştır diyebiliriz.
Sözde teknik nitelikli bu yoruma kaynaklık eden olay gerçekte son derece politik bir sürecin ürünüdür. 1702 yılında, İngiltere’nin Portekiz elçisi John Methuen, Portekiz hükümetini 14. Louis ile ilişkilerini kesmeye ikna etmek için Lizbon’u ziyaret eder. İlk Methuen Antlaşması doğrudan siyasi bir ittifak niteliğindedir. Aralık 1703’te imzalanan Methuen Antlaşması ise, Büyük Britanya ile Portekiz arasında imzalanan ekonomik içerikli bir antlaşmadır ve ilk antlaşmanın diplomatik başarısının doğrudan bir sonucudur. Üç maddelik Antlaşma korumacı politikalar dolayısıyla Portekiz’e sokulmayan İngiliz yünlülerinin yasaktan önceki şartlarla kabul edilmesini buna karşılık Portekiz şaraplarının İngiltere’de Fransız şaraplarına uygulanan verginin üçte biri oranında daha az vergilendirilmesini öngörür.
Ricardo Portekiz’i her iki malda da üretkenlik açısından üstün olarak tanımlarken buna rağmen ticaretten her iki ülkenin de (ama asla her iki ülkedeki her kesimin değil) kazançlı çıkacağına yönelik bir model örneklemiştir. O zamandan beri Ricardo’nun teorisi ana akım iktisatçılar tarafından serbest ticaretin mantığını savunmak için teorik bir araç olarak kullanılıyor. Ancak az bilinen husus yine serbest ticarete payanda yapılan Adam Smith’in söz konusu antlaşmaya bakışının Ricardo’dan oldukça farklı oluşu. Ricardo’dan yarım yüzyıl önce Smith, Methuen Antlaşması’nı İngilizlerin Fransız şarabı ithalatını, daha yüksek maliyetli ve daha düşük kaliteli Portekiz şaraplarıyla değiştiren bir ticaret saptırma örneği olarak kınamıştır. Smith, iş bölümünün pazarın genişliği ile sınırlı olduğu argümanına dayanarak, Fransa ile yapılacak bir ticaret anlaşmasının daha faydalı olacağı konusunda ısrar etmiştir. Smith “Fransa’ya yapılacak serbest ticaretin Büyük Britanya’yı Portekiz’e yapılacak serbest ticaretten çok daha fazla zenginleştireceğini, çünkü Fransa’nın verecek daha fazla şeyi olduğu için İngiltere’den daha fazla şey alacağını ve çok daha büyük bir değerde ve çok daha çeşitli şekillerde değiş tokuş yaparak Büyük Britanya’da sanayiyi daha fazla teşvik edeceğini…” vurgular. Yani aslında mesele “yansız iktisat yasaları” değil İngiltere’nin nasıl daha fazla kârlı çıkacağı meselesidir.
Görüleceği üzere Ricardo bu ticareti her iki ülkenin kârlı çıkacağı bir ticaret ilişkisi olarak görürken, Adam Smith antlaşmanın İngiltere’ye sağlayacağı faydalar konusunda şüpheciydi ve Portekiz için avantajlı, Büyük Britanya için ise dezavantajlı olduğunu iddia ediyordu. Tartışmanın diğer tarafında ise, Alman ekonomist ve genç sanayilerin korunması gerekliliğini savunan Friedrich List vardır. List açıkça söz konusu antlaşmanın Portekizli imalatçıların ani ve tam bir yıkımına yol açtığını savunuyordu. List, The National System of Political Economy isimli temel eserinde, Adam Smith’in Methuen Antlaşması’nın Britanya için dezavantajlı olduğu yönündeki görüşüne karşı çıkar. Friedrich List ve bir grup ekonomi tarihçisi, İngiltere’nin antlaşmanın şartlarını uygulamak için üstün ordusundan yararlandığını, Portekiz’in yerli tekstil endüstrisini mahvettiğini ve onları “yavaş büyüyen bir şarap ihracat pazarı” ile baş başa bıraktığını ileri sürmektedir. List’in ifadeleriyle “Portekiz İngiltere’ye tam bir siyasi bağımlılık içine girerken, İngiltere Portekiz’le yaptığı ticaretten kazandığı altın ve gümüş sayesinde Çin ve Doğu Hindistan’la ticari ilişkilerini genişletme imkânına kavuşmuştur.” Sonuç olarak Portekiz, İngiltere ile sürekli ticaret açığı vermiş ve İngiltere kasasını Brezilya altınıyla doldurmuştur.
Uluslararası ticaret analizlerinin en önemli sorunu analiz birimi olarak ülkeyi almalarıdır. Şüphesiz bu analizin bir parçası olmalıdır. Ancak başlarken ifade ettiğimiz “uluslararası ticaretin politik niteliği” sadece ülkeler/devletler arası ilişkiler açısından geçerli değildir. Gerek korumacılığı artırma gerekse de serbest ticareti pekiştirme yanlısı uygulamaların aynı ülke içinde farklı iktisadi, sosyal, sınıfsal kesimleri farklı etkilediği hem olgusal hem de teorik açıdan açıktır. Bunu göz ardı ettiğimizde kapitalizmin sadece uluslararası değil, sınıfsal nitelikli bir sistem olduğunu da unutmuş oluruz. O halde uluslararası ticaret politikalarının aynı zamanda sınıfsal politikalar olduğunu da akılda tutmak gerekir. Trump’ın uluslararası ticarete yönelik politikalarını da bu iki boyutuyla düşünüp anlamaya çalışmak önemlidir.
(*) Bu yazılar, daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
(**) Görsel: Trump ve Şi | Fotoğraflar: AA, Kolaj: Evrensel.
Koray R. Yılmaz
Prof. Dr. Koray R. Yılmaz, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü’nden 1999 yılında mezun olmuş, yüksek lisans (2003) ve doktora derecelerini (2009) Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı programından almıştır. Yılmaz “Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik: İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım” ismiyle kitaplaştırılan doktora çalışması ile 2011 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Mansiyon ödülüne layık görülmüştür. 2012-2013 yılları arasında SOAS, Londra Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Departmanında misafir akademisyen olarak bulunan Yılmaz halen Ondokuz Mayıs Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eleştirel Politik Ekonomi, İktisat Kuramı, Kalkınma Çalışmaları, Düşünce Tarihi ve Türkiye başlıca çalışma ve ilgi alanlarıdır. Yayımlanmış kitap, kitap editörlükleri, İngilizce ve Türkçe çok sayıda makalesi bulunan Yılmaz, 2016 yılında M. Heinrich’in “An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital” başlıklı eserini de Türkçeye kazandırmıştır. Yılmaz aynı zamanda Praksis Dergisinin Yayın Kurulu Üyesidir.