Özak işçilerine dostluk ve dayanışmayla…
Son iki yıldır, işçi hareketinde fiili iş bırakma ve direnişlerin önemli iki uğrağı Gaziantep ve Urfa oldu. Bu iki Anadolu kentinde on binlerce işçinin çalıştırıldığı Organize Sanayi Bölgeleri’nde (OSB) uzun süreli ve ülke çapında ses getiren işçi eylemlerinin ortaya çıkması ve yerel idarecilerin bunları kontrol altına alma çabaları dikkat çekiciydi[1]. Bu durum yakın dönemde Anadolu kentlerindeki ekonomik ve sosyal değişime yönelik merkez-çevre eksenli analizleri yeniden hatırlattı. Bu yazıda taraftarlarının en azından “iyimser” olduğunu itiraf ettikleri söz konusu analizleri teorik ve metodolojik yönleriyle eleştiriyorum. Bununla birlikte daha çok, Anadolu kentlerinde yaşanan değişim dinamiğinin günümüz Türkiye’sinde toplumsal ve siyasal mücadeleler açısından ne tür bir imkan barındırdığını tartışmak istiyorum.
Merkez-çevre analizinden “Anadolu Kaplanları” devrimine
Türkiye’de kapitalist gelişme ve modernleşme dinamiklerinin yakın zamana kadar İstanbul başta olmak üzere ülkenin batısındaki birkaç büyük kent ve başkent Ankara ile sınırlı bir coğrafyada yoğunlaştığı ve Anadolu coğrafyasının geniş bir bölümünü dışarıda bıraktığı söylenebilir. Aslında eşitsiz ve bileşik gelişme süreçlerinin şekillendirdiği bu coğrafi farklılaşma, edebiyat ve sanattan popüler kültüre birçok alanda farklı biçimlerde yeniden üretilerek bütünüyle Anadolu coğrafyasını merkezin dışında kalan/bırakılan bir “taşra” temsiline dönüştürmüştür. Ne var ki bu temsil, sosyal bilimler alanında Şerif Mardin’in öncülük ettiği “merkez-çevre” analizi çerçevesinde türdeş(homojen) bir hakikat düzeyine taşınmıştır. Buna göre, Osmanlı’dan devralınan güçlü devlet geleneği içerisinde Türkiye siyaseti asker-sivil bürokrasinin hakim olduğu bir merkez ile eşraf ve köylüden oluşan çevre güçleri arasındaki kültürel çekişme ile maluldür. Bu çerçevede ekonomik ve toplumsal değişim sınıf ilişkileri/mücadeleleri içerisinde değil, bürokratik merkezin talepkâr çevreyi otoriter biçimlerde kontrol çabaları etrafında yaşanır. Merkez-çevre analizinin bu türdeş ikilikler temelli anlatısı, aynı zamanda belirli bir coğrafi uzanımı da içerir: (Ankara ve İstanbul gibi) merkezi modern büyükşehirler karşısında geleneksel Anadolu kentleri ve kasabaları.
Söz konusu coğrafya boyutu, 1980 sonrası dönemde aynı çerçevede yürütülen analizlerde (özellikle çevredeki güçlere yönelik) daha açık bir biçimde ifade edilmiştir. Bunlara göre; son 20-30 yılda Anadolu coğrafyasında küreselleşme süreçleriyle uyumlu biçimde esnek, dinamik ve rekabetçi yeni sanayi odakları gelişmektedir. Bazıları bu gelişmeyi Anadolu kentlerinde yükselen yeni ve otantik bir burjuvazinin bireysel girişimcilik hikayelerine bağlarken, daha sofistike analizler bu hikayeleri çeşitli yerel kültürel özelliklerle birleştirerek küreselleşen dünyada kalkınma ve demokrasinin anahtarı olarak değerlendirdiler: Anadolu kaplanları olarak betimlenen bu yerel aktörler ekonomik ve politik dinamizmiyle yerleşik merkeziyetçi-bürokratik devlet geleneğini kıracak; böylelikle ülkeyi yerel yönetimlerin ve sivil toplumun etkin olduğu bir demokrasiye taşıyacaktır. Dolayısıyla toplum bilimciler Anadolu kentlerinin küreselleşme süreçlerine eklemlendiği “başarı” örneklerini incelemeli ve bu örneklerden diğer kentlerin ilham alacağı gelişme modelleri çıkarmalıdır.
Demokrasi ve kalkınma eleştirisinin ötesinde: Anadolu’da “Küresel Fabrika”
Ne var ki Türkiye’de yakın döneme damgasını vuran siyasal gelişmeler, Anadolu kaplanlarının vazedildiği gibi bir demokratik devrime yol açmadığını ve hatta tam aksi bir yönde yol aldığını yeterince ortaya koydu. Yukarıdaki iddiaları ileri sürenler dahi bugün ‘eleştirel’ değerlendirmelere yönelmiş durumda. Örneğin Fuat Keyman ve Çağlar Keyder gibi önemli isimlerin yazdığı yakın zamanlı bir çalışmada Anadolu kentlerinin küreselleşme süreçlerinde edindiği ekonomik gelişme dinamiklerinde tıkanma emarelerinden söz edilirken aynı zamanda yenilikçi kurumsal çözümlerin de hem yerel hem de merkezi düzeyde dışlayıcı politik süreçler nedeniyle geliştirilemediğini ileri sürülmekte. Dahası buradan hareketle “Kentlerin Türkiyesi” çerçevesinde, küreselleşme süreçlerinin açtığı fırsatları kovalayacak etkin yerel büyüme koalisyonları temelinde bir kalkınma stratejisi önerilmekte. Bir başka deyişle Anadolu kaplanları siyasal demokrasi açısından hayal kırıklığı oluşturmakla birlikte, ekonomik kalkınma açısından hala fırsat penceresi olarak değerlendiriliyor -yeter ki yenilikçi ve yaratıcı kurumsal çözümler geliştirebilsin!
Buna karşı siyasal iktisat perspektifinden yapılan araştırmalar başından itibaren “Anadolu Kaplanları” iddialarını kapitalist dünya ekonomisinin yeniden yapılanması ve neoliberal politikalar bağlamında ele alarak eleştirel incelemeler ortaya koymuştur. Bu incelemelerde daha çok vurgulanan nokta, Anadolu kentlerinde küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ) temelinde tüketim malları ihracatıyla sınırlı gelişmenin devlet öncülüğünde ve ulusal düzeyde yürütülecek kapsamlı bir kalkınma programının alternatifi olamayacağı üzerinedir. Üstelik iddia edilen yerel kalkınma anlayışı küresel ekonomi içerisinde sermaye hareketleri ve ekonomik krizler karşısında savunmasız durumdadır. Örneğin 1997 yılında Rusya’da patlak veren kriz dalgası, bu ülkeye tekstil ihracatıyla hızlı büyüme yakalayan Denizli ekonomisini vurmuştur. Bu süreçten en ağır etkilenen de işçilerdir: vasıfsız nitelikleriyle büyüme dönemlerinde sigortasız ve sendikasız biçimlerde istihdam edilen işçiler, kriz dönemlerinde hızla işten atılmaktadır. Dolayısıyla Anadolu kentlerinde yaşanmakta olan bir kalkınma modeli olarak değerlendirilemeyeceği gibi, sürecin kaybedeni de işçiler olmaktadır.
Bu yaklaşım meseleyi dünya ekonomisi içerisindeki eşitsiz yapılar ve maddi ilişkiler temelinde ele alarak Anadolu kentlerinde gelişen sanayileşme dinamikleri etrafında üretilen efsaneleri ve mitleri ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte (ulusal) kalkınma olgusu büyülü/fetiş bir hedef olarak benimsendikçe günümüz küresel kapitalizmi içerisinde kalkınmanın toplumsal/sınıfsal içeriğine ilişkin herhangi bir tartışma yapıl(a)mamaktadır. Halbuki belirli bir tarihsellikte geç kapitalist ülkelerde yaşanan kalkınma olgusunun geçmişte sağladığı toplum için görece olumlu getirilerin bugün dünya ölçeğinde işleyen rekabetçi piyasalar, birikim mekanizması ve mevcut bireysel sermaye birikimi gerçekliğinde ne ölçüde yinelenebileceği önemli bir sorudur. Daha önemlisi, maddi toplumsal ilişkiler zemininde inceleme yaparken işçileri sadece ucuz işgücü nitelikleriyle sınırlı biçimde kavramak, onları neoliberal politikaların kurbanı edilgen bir unsur olmanın ötesinde düşünemez. Bu doğrultuda toplumsal değişim süreçleri de temsil siyaseti ve teknik düzenlemelerle sınırlı bir çerçeveye hapsedilmiş olur. Halbuki sözkonusu süreçler somut sınıf ilişkileri ve mücadeleler, çatışan haklılık iddiaları ve fiili uzlaşmazlıklar üzerinde(n) yaşanır.
İşte bu noktada Metin Özuğurlu’nun Denizli örneğinden hareketle geliştirdiği “küresel fabrika” kavramsallaştırması metaforik bir anlatımın ötesinde (yerel, ulusal ve uluslararası) farklı ölçeklerde ancak bütünsel bir işleyişe sahip dinamik ve çatışmalı bir kapitalist üretim ilişkisinin Anadolu kentlerinde gelişimine işaret etmesi nedeniyle büyük önem taşır. Dolayısıyla mesele ne kültürel özgünlüklere dayalı olarak rekabetçi Anadolu kentlerinin yükselişi ne de bunların kalkınma sağlayıp sağlamayacağıdır. Aksine bu kentlerde araştırılması gereken işçileşme ve emek süreçleri, işçi-işveren ilişkileri, farklı alanlarda gelişen sınıf oluşum süreçleri ve aralarındaki mücadelelerdir. Bu çerçeveden bakıldığında yerleşik taşra temsillerinin ve kavrayışlarının ötesinde, kendi içinde toplumsal çeşitlilik ve çatışma dinamiklerini barındıran başka bir Anadolu coğrafyası gerçeğiyle karşılaşılabilir.
Değişen Anadolu coğrafyasının bir örneği: Kayseri’de dinsel-paternalist emek rejimi ve sınıf oluşumu
Nitekim “küresel fabrika” kavramsallaştırmasından ilhamla geliştirilen bir çerçeveden “Anadolu kaplanları” arasında anılan Kayseri örneğine yönelik yakın dönemde yapılmış bir saha araştırmasının bulguları bizlere farklı bir Anadolu coğrafyası hikayesi sunmuştur: ne işverenlerin girişimci kahramanlıkları ne de muhafazakar-dayanışmacı kültürel yapılar efsanesi Kayseri kentinde yaşanmakta olan toplumsal gerçekliği anlatmaktadır. Bunların aksine, merkezi devletin sağladığı ucuz arsa ve altyapıyla kurulan OSB’lerde ulusal ve uluslararası ölçekte firmalara alt-sözleşme ilişkileriyle iş yapmaya çalışan yerel işverenler ile süregelen tarım politikaları neticesinde kentlerin emek pazarını dolduran geniş kalabalıklar arasında çeşitli dini-toplulukçu sosyal bağlar ve doğrudan temas ilişkileri içerisinde geliştirilen paternalist nitelikte bir “emek rejimi” inşa edilmiştir. Üstelik bu dinsel-paternalist emek rejimi, fabrika ölçeğinin ötesinde yerel siyaset, kentsel politika ve gündelik hayat içerisinde tahkim edilmiş ve yeniden üretilmiştir.
Ancak bu durum çoklukla varsayılan pürüzsüz ve çelişkisiz bir taşra gerçekliği oluşturamamıştır. Kapitalist üretim süreçlerine içkin sınıf gerilimleri fabrika ölçeğinden başlayarak söz konusu emek-rejiminin altını sürekli olarak oymuş. Dahası sanayi birikimi kentsel alana alışveriş merkezleri, kapalı siteler, lüks kafeler vs. biçiminde taştıkça, Kayseri sınıf gerilimlerini hafifleten orta ölçekli kent niteliklerinden uzaklaşmış ve toplumsal/sınıfsal farklılaşmalar kentsel gündelik hayatta daha fazla hissedilir olmuştur. Neticede 2000’li yıllar boyunca işçiler ile işveren arasındaki “itiraz-kontrol mücadeleleri” giderek artmış; doğrudan temas ve güvene dayalı paternalist-emek rejiminin temelleri çözülürken dini söylem ve pratiklerin sınıf gerilimlerini örten toplulukçu tahayyül yaralanmış; ve nihayetinde bu süreç işçileri ortak talepler etrafında bir araya gelmeye ve işveren karşısında haklılığını ortaya koymaya yöneltmiştir.
Öte yandan işçilerin bu arayışları yanıtsız bırakılmamıştır. Kayseri sanayisi KOBİ’lerden büyük şirketlere uzanan hızlı bir büyüme yaşarken, işverenler artık üzeri örtülemeyen sınıf gerilimlerini kontrol etmek için belirli bir (sarı) sendikacılık pratiğini açıktan desteklemişlerdir. 2000’li yıllar Kayseri OSB’de patron himayeciliğinin zayıfladığı buna karşı dikkate değer bir sendikalaşmanın yaşandığı ancak aynı sendikalar eliyle sıkı bir emek kontrolü ve asgari ücret rejiminin hakim kılındığı bir dönem olmuştur. Bununla birlikte, özellikle 2008 dünya ekonomik krizi ardından gelen yıllarda yeni bir işçi hareketi dalgası engellenememiştir: örneğin 2012-14 yıllarında 1000’e yakın işçi bir metal fabrikasında “mücadeleci sendika” talebiyle Birleşik-Metal İş sendikasında örgütlenme mücadelesi yürütmüşler; 2015 yılında ise yerel sanayinin en büyük firmasında binlerce işçi hem işverene hem de kendi sendikalarına karşı birkaç gün boyunca toplu olarak iş bırakmış ve tüm kenti sarsan gösteriler düzenlemişlerdir. Ne yazık ki bu hareketler karşılaştıkları yasal ve örgütsel koşulları aşmakta yetersiz kaldıkça zamanla geri çekilip kısmi kazanımlarla sınırlı oldular. Ancak aynı zamanda yerel sanayi ve kentte etkili dinsel-paternalist emek kontrol rejiminin karşısına işçileri özneleştiren bambaşka bir haklılık iddiası ve mücadele deneyimi koydular. Bu süreçte devlet, piyasa, işveren, aile, dini-toplulukçu yapılar, sendika gibi birçok maddi ve ideolojik unsur yeni anlamlar kazandı ve Kayseri’de işçi sınıfı oluşumunu biçimlendirdi[2].
Sonuç yerine: OSB gerçeği ve “Hinterland” siyaseti
Bu değerlendirmelerin ışığında girişte belirtilen Antep ve Urfa’daki işçi eylemlerini tekrar düşünürsek, ilk söylenmesi gereken günümüz Türkiye’sinde Anadolu coğrafyasının hakikatinin ne kültürel özellikler etrafında süregelen taşra anlatısına ne de bu çerçevede geliştirilen rekabetçi kentler hikayesine sığdırılabileceğidir. Anadolu’da “küresel fabrika” olgusu, dünya ekonomisi içerisinde Türkiye kapitalizminin eşitsiz ve bileşik gelişiminin sosyo-mekansal ifadesini oluşturuyor: emek-yoğun üretim son 30-40 yıldır artan bir biçimde Anadolu kentlerinde inşa edilen OSB’lerde, uluslararası ve ulusal büyük firmalarla bağlantılı küresel fabrikalarda yoğunlaşıyor. Günümüzde 300’e yaklaşan faal OSB’lerin hala %25’i Marmara bölgesinde olmakla birlikte, Konya, Antep, Denizli, Kayseri, Afyon gibi Anadolu’nın iç bölgelerindeki kentlerdeki OSB sayısı hızla artıyor: örneğin Konya’daki OSB sayısı İstanbul’dakine ulaşırken, Antep alan olarak ülkenin en büyük OSB’sine ev sahipliği yapıyor; ardından Eskişehir ve Konya geliyor[3]. Ayrıca 2023 yılında yatırım programına alınan OSB’lerin coğrafi dağılımına bakıldığında, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin sayı ve alan açısından %40’lara varan oranla en önde olduğu görülüyor. Dolayısıyla Türkiye’de son yıllarda sanayi birikiminde ağırlık kazanan “üretim, ihracat, istihdam” (ve olası Marmara depreminden sakınma) stratejileriyle birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde bu eğilimin süreceği ve Anadolu coğrafyasının Türkiye kapitalizmi içerisinde bir “hinterland”[4] (art alan) şeklinde gelişeceğini söylemek mümkün. Böylelikle Anadolu kentleri artık sadece Türkiye kapitalizminin eşitsiz mekansal gelişimini sergilemiyor aynı zamanda metropol kentlerden ötelenen üretim faaliyetlerinin ve lojistik hizmetlerin yığıldığı ve böylelikle kapitalist çelişkilerin yoğunlaştığı yerler haline geliyor. Bir başka deyişle Anadolu coğrafyası (taşra) hakikati küresel fabrika ve OSB gerçeği etrafında sınıf ilişkileriyle belirleniyor.
Bu çerçevede son birkaç yıldır önce Antep’te ve bugünlerde Urfa’da tekstil işçilerinin mevcut ücretlere, çalışma koşullarına ve sendikalara karşı geliştirdikleri itiraz ve kolektif mücadeleler tekil vakalar olmanın ötesine geçiyor; Türkiye kapitalizminin sosyo-mekansal yeniden yapılanmasına sınıf ilişkileri hakikatinden müdahale ediyor. Somutta bu müdahalenin nasıl sonuçlanacağını bugünden öngörmek kolay değil ancak Anadolu’da “küresel fabrika” ve “hinterland” gelişiminin çelişkili ve çatışmalı bir süreç olacağı kesin. Yerleşik hegemonik yapıların ancak bu süreçler içerisinde sorgulanabildiği düşünülürse, toplumsal değişim arayan karşı-hegemonya siyasetinin bu gerçeği dikkate alması ve onu sosyal ve mekansal olarak genişletecek politika ve araçlar geliştirmesi elzem gözüküyor.
[1] Örneğin Antep’te büyükşehir belediye başkanının bizzat işçilerin yanına giderek ikna etme girişimi ya da Urfa’da işçilere yönelik hızla eylem ve etkinlik yasağı getirilmesi.
[2] Bu süreci ayrıntılı olarak Türkiye’de Sınıf Çalışmaları içinde (ss. 25-46) yer alan Yeni Sanayi Coğrafyalarına Sınıf İlişkileri Perspektifinden Bakmak: Kayseri’de İşçi Sınıf Oluşumu çalışmamda ele aldım.
[3] Sayı olarak belirtmek gerekirse; Konya 8, Antep 5, Hatay 4, Urfa 4, Adıyaman 4, Kayseri 3, Malatya 3, Çorum 3 OSB’ye ev sahipliği yapıyor.
[4] Phil A. Neel, günümüz kapitalizminin eşitsiz ve bileşik gelişiminin oluşturduğu coğrafyayı süreklilik içerisinde düşünmek gerektiğini söyleyerek “hinterland” kavramsallaştırmasını öneriyor. Bu çerçevede “hinterland”, daha çok yeni hizmet sektörlerinin yığıldığı kent çekirdeklerinden desantrilize edilen üretim faaliyetlerinin ve lojistik hizmetlerin yoğunlaştığı ve bu sektörlerde çalışanların yaşadığı mekanlar oluyor. Neel, ayrıca bu mekanları metropol merkezlerine uzaklığına bağlı olarak yakın ve uzak hinterland olarak tanımlanabileceğini söylüyor. Bu yaklaşımı coğrafya literatürüne hakim birbirine karşıt merkez-çevreler ya da ayrışık kentler/bölgeler dilini aşmak için oldukça faydalı ve açıklayıcı buluyorum.
İbrahim Gündoğdu
Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi, Dr.
Yazıyla ilgili yorumlar
Yorumlara kapalıdır