Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Sosyalizmin neye benzeyeceğini söylemeliyiz

Bu içeriği paylaş:

Kırk yıl kadar önce Thatcher küstahça “alternatif yok” dediğinde, kendine güvenen bir sol, “evet, gerçekten de kapitalizm altında gerçek bir alternatif yok” diye ekleyerek bu açıklamayı tersine çevirebilirdi. Ama böyle bir sol yoktu. Radikal sol önemsenmeyecek kadar küçüktü ve sosyal demokrat partiler o zamana kadar sosyalizmi sistemik bir seçenek olarak savunmaktan çoktan vazgeçmişti. Aradan geçen on yıllar boyunca, toplumun radikal bir şekilde eşitlikçi ve demokratik dönüşümüne yönelik adımlar, genel olarak ve muğlak bir “antikapitalizmin” ortaya çıkmasına rağmen, daha da geriledi.

Sosyalizmin inşasının gerektirdiği iki temel görev –yani sosyalizm hakkında şüpheleri olan bir halkı üretim, dağıtım ve iletişim araçlarının kamu mülkiyetine dayalı bir toplumun gerçekten işe yarayabileceğine ikna etmek ve kapitalist egemenliği sona erdirmek için harekete geçmek – hala sosyalizme bağlı olanların ezici çoğunluğu kapitalizmi yenmek için verilen siyasi mücadeleye odaklanmıştır. Gökkuşağının sonundaki toplumun gerçekte neye benzeyebileceği, bazı kayda değer istisnalar dışında, sadece retorik veya üstünkörü bir ilgi görme eğiliminde olmuştur. Ancak sosyalizmin marjinalleşmesinin kasvetli gölgesinde, sosyalizmin pratikliği iddiası artık yeterli olmayacaktır. İnsanları, üretmenin, yaşamanın ve birbirleriyle ilişki kurmanın son derece yeni yollarını gösterme adına karmaşık ve uzun süreli bir mücadeleye kazanmak, sosyalizmin fiili olasılığı ile çok daha derin bir ilişki gerektirir.

Sosyalistler için, sosyalist bir toplumun uygulanabilirliği konusunda halkın güvenini tesis etmek artık varoluşsal bir meydan okumadır. Hedefin mümkün olduğuna dair yenilenmiş ve köklü bir inanç olmadan, projeyi canlandırmayı ve sürdürmeyi hayal etmek neredeyse imkansızdır. Bunun, sosyalizmin mümkün olduğunu kanıtlamak (gelecek doğrulanamaz) ya da kapsamlı bir plan ortaya koymak (kapitalizmin gelişinden önce projelendirilmesinde olduğu gibi, bu tür ayrıntılar bilinemez) değil, sosyalizmin akla yatkınlığına katkıda bulunan bir çerçeve sunmak olduğunu vurgulamak gerekir.

Umut “kulaklarımızda tuhaf bir şekilde çınladığında”

Komünist Manifesto’nun ütopyacılara zamanlarını “havadaki şatolara” harcadıkları için yönelttiği meşhur eleştiri, hayal etme ve yapma arasındaki gerilimin ötesine geçiyordu, ancak elbette buna da değiniyordu. Marx ve Engels, kişinin vizyonlarının ve bunlara karşılık gelen eylemlerinin bir toplum analizine ve toplumsal failliğin tanımlanmasına dayanması gerektiğinin altını çizerek tarihsel materyalizmin erken bir açıklaması anlamına gelen şeyi ortaya koydu. Tarihsel bir mercek olmaksızın, ütopyacıların eşzamanlı olarak tarihin gerisinde kaldıklarını ve yine de zamanından önce tarihin önüne geçtiklerini ileri sürdüler: Yeni ortaya çıkan devrimci bir aktörün, yani proletaryanın önemini gözden kaçırarak geride kaldılar; o zaman yalnızca en genel ve soyut terimlerle tasarlanabilecek uzak bir dünyayı detaylandırmaya kendilerini kaptırarak acele ettiler.

Ütopyacılığın bu derin eleştirisi, devrimci sosyalistlerin gelecek nesillerini sosyalizmin uygulanabilirliğiyle ciddi bir şekilde ilgilenmekten caydırdı – ki belirtildiği gibi, bugün de büyük ölçüde devam eden bir isteksizlik. Sosyalist siyasetin yönelimi, kapitalizmin ekonomi politiğini analiz etmeye, dinamiklerini ve çelişkilerini kavramaya ve mülksüzlerin dünyayı yeniden yaratma potansiyeline sahip tutarlı bir sınıf haline gelmesini olanaklı hale getirmeye yöneldi. Marksistler, sosyalizmi inşa etmek için kolektif kapasitelerin ancak kapitalizmi dönüştürmek için mücadele sürecinde ortaya çıkabileceğini ve ancak ortaya çıkan yeni ikilemlerle yüzleşme sürecinde kurumsal çözümlerin yüzeye çıkabileceğini ısrarla vurguladılar.

Böyle bir yönelimin sosyalist proje için vazgeçilmez olduğu açıktır. Buradaki amaç kesinlikle bunu küçümsemek değildir. Ancak bu, özellikle mevcut konjonktürde, ütopyacı düşüncelere yönelik yaygın Marksist küçümsemeyi haklı çıkarmaz. Sosyalist solun derin yenilgisi ve buna bağlı olarak dönüştürücü alternatifler konusundaki yaygın kaderciliğin ardından, oraya ulaşmaya odaklanmak yeterli değildir. Artık halihazırdaki sosyalistleri gerçekten varılacak bir “orası” olduğuna ikna etmek de en az bunun kadar önemli.

Geriye dönüp baktığımızda, Marx ve Engels’in bilinemez bir geleceğe saplanıp kalmaya karşı yaptıkları uyarıların ikna edici bir havası var. Kapitalizmin o erken evresinde araba -uçak, elektronik bilgisayar ve internet bir yana- henüz icat edilmemişti. Sendikalar yeni yeni ortaya çıkıyordu, genel oy hakkı hala bir çağ uzaktaydı, modern devlet henüz tanınmıyordu ve hepsinden önemlisi Rus Devrimi ve ortaya çıkardığı yeni sorular henüz siyasi sahneye çıkmamıştı. O günlerde sosyalizmin neye benzeyebileceğini tartışmak, geriye dönüp bakıldığında, sosyalist bir toplumun işleyişine çok fazla ilgi göstermenin ne kadar cüretkar olduğunu kesinlikle doğrulamaktadır.

Dahası, Manifesto’nun yazıldığı dönemde kapitalizmin görece genç oluşu, o dönemi onun reddini tasavvur etmeye nispeten daha açık hale getirmişti: geleneksel kültürel, dini ve ailevi bağların engelleri kapitalizmin tam hakimiyetini engelliyordu ve işçi sınıfının yeni toplumsal sisteme dahil edilmesi tamamlanmamıştı. Marx’ın “geleceğin aşçı dükkânları için yemek tarifleri yazmak” gibi alaycı bir slogan ortaya attığı 1873’ten sonraki on yıllarda, sosyalizm bugün artık olmadığı bir şekilde havada uçuşuyordu. Sosyalizm işçiler arasında yaygın bir şekilde tartışılıyordu ve Londra’da “Batı yakasındaki akşam yemeği partilerinde bile sosyalizme ilgi duymak ve sosyalizm hakkında bilgi sahibi olmak modaydı.” Avrupa genelinde kitlesel sosyalist partiler ortaya çıkıyordu ve bu durum kaygıyla ya da umutla yaygın bir şekilde takip ediliyordu. ABD’de, kitlesel bir sosyalist parti hiçbir zaman tutunamamış olsa da on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı “şeylerin yeni düzenini yıkma dürtüsü” içeren “uzun bir anti- kapitalizm çağı” başlattı.

Karl Polanyi’nin sosyalist muhasebe üzerine (İngilizceye, ç.n.) yeni çevrilen bir çalışmasının önsözünde belirtildiği gibi, 1920’lerin başında Polanyi, “muhasebe, fiyatlar ve sosyalizmi günün en heyecan verici konusu olarak gören pek çok sosyal bilimciden sadece biriydi.” Şaşırtıcı bir şekilde bu tutum, Paris Komünü’nün gölgesinde esasen Marx’a karşı olarak ortaya çıkmış olan neoklasik iktisat içinde bile mevcuttu. 1920’lerin sonunda prestijli Amerikan Ekonomi Derneği’nin başkanı açılış konuşmasına “çoğu ekonomi teorisi öğretmeni gibi ben de eldeki herhangi bir sorunu sosyalist bir devletin bakış açısından incelemeye biraz zaman ayırmayı oldukça değerli buldum” diyerek başladı. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmadığı bir toplumun fiyatları nasıl belirleyebileceğini ve kaynakları nasıl tahsis edebileceğini ele alırken, yetkililerinin “herhangi bir faktörün standart değerlemesinin çok yüksek mi yoksa çok düşük mü olduğunu bulmakta zorluk çekmeyeceğini” kendinden emin bir şekilde iddia etti ve “bu kadarını öğrendikten sonra gerisinin kolay olacağı” sonucuna vardı.

Muhafazakâr Ludwig von Mises’in ömür boyu öğrencisi olan Murray Rothbard, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yüksek lisans eğitimine başladığında, “sol, sağ ve merkezdeki tüm iktisatçılar sosyalizmin tek sorununun siyasi olduğuna karar vermişti. Ekonomik olarak sosyalizm de kapitalizm kadar iyi işleyebilirdi.” Sosyalizm ekonomik açıdan bu denli itibar görürken sosyalistler için işleyen bir sosyalist toplumun ayrıntılarının detaylandırılması, bu topluma ulaşma siyasetinin geliştirilmesinden kesinlikle daha az acil göründü.

Ancak farklı bir dünyaya açılan bu kapılar, ne kadar nitelikli olursa olsun, bugün çarpıcı bir şekilde daralmış durumda. Erik Olin Wright, “gerçek ütopyalar” üzerine yazdığı anıtsal incelemesine şunu ifade eder: “Çok da uzun olmayan bir zaman önce, kapitalizmi hem eleştirenlerin hem de savunanların ‘başka bir dünyanın mümkün olduğuna’ inandıkları bir dönem vardı. Buna genellikle ‘sosyalizm’ denirdi.” Wright şöyle devam eder: “Bugün dünyada, özellikle de ekonomik olarak gelişmiş bölgelerde yaşayan insanların çoğu artık bu olasılığa inanmıyor.”

Zamanımızın sıkça dile getirilen paradoksu, kapitalizmle ilgili popüler hayal kırıklıkları yoğunlaşırken bile, dönüştürücü alternatiflere olan inancın azalmaya devam etmesidir. Değişime yönelik bir iştah olduğu açık ve “antikapitalizm” söylemi protestolara yayılmaktadır, ancak sistemik bir alternatife yönelik yüksek umut dili “kulaklarımızda garip bir şekilde çınlar.” Kapitalizmin büyük krizler boyunca varlığını sürdürmesi ve hatta güçlenmesi, onun kalıcılığını daha da doğruluyor gibi görünür. Manifesto’nun “kapitalizmin mezar kazıcılarına” olan inancı, işçilerin atomizasyonu, yenilgilerinin derinliği, kapitalizme çok boyutlu entegrasyonları ve radikal gündemleri ilerletmek bir yana, geçmiş kazanımları savunmadaki acı verici yetersizlikleriyle karşı karşıya gelir. Belirli bir devletin yetki alanının ötesinde görünen küresel bir kapitalizmle mücadele etmenin ezici olasılığı, bize elle tutulur bir hedef bırakmıyor gibi görünmekte ve kuşaklar arası yaygın “alternatif yok” duygusunu pekiştirmektedir.

Üçüncü Yol sosyal demokrasinin ihanetlerini, Sovyetler Birliği’nin vahim çöküşünü, Çin’in kapitalizme giden yolunu, sosyalizm adına gerçekleşen diğer yirminci ve yirmi birinci yüzyıl devrimlerinin başarısızlıklarını ve Latin Amerika ve Avrupa’daki son siyasi geri dönüşleri (Corbynizm belki bir istisnadır) eklersek, “radikal değişimin” çoğu zaman Sağ’ın bir kartviziti olmadığı ortaya çıkar. Bugün kapitalizme alternatifin mümkün olmadığı yönündeki zamane görüş, bazı inatçı kesimler haricinde yerleşik bir duruma gelmiş görünüyor. Manifesto’nun yaydığı özgürleştirici güvenin yerini, dönüştürücü olasılıklara karşı her yerde görülen bir şüphecilik aldı.

Bu ümit kırıcı zamanlarda mücadeleleri daha etkin bir şekilde örgütleyecek ve harekete geçirecek yapılara duyulan ihtiyaç yeterince açıktır, ancak karamsarlığı aşmak ve devrimci umudu canlandırmak için canlandırıcı bir vizyona, hem hayal hem de olası gerçeklik olan bir ütopyaya da ihtiyaç vardır. Gerçekten de çok sayıda Marksist, alternatiflerle meşgul olmayı olumsuz (bir saptırma) olarak görmek bir yana, Sol’un marjinalleşmesine katkıda bulunan şeyin alternatiflerin yokluğu olduğunu giderek daha fazla savunmaktadır. Bu da onları Marksist ekonomi politiği “alternatifler kavramına” dair içgörüler için kullanmaya yöneltmiştir. Ancak bu tür çalışmalar ne kadar içgörülü olursa olsun, günümüzün cesaret kırıcı bağlamında sosyalist fikri canlandırmak ve popüler olarak yaymak için fazla kavramsal kalmaktadır. Kapitalizmin yarattığı hayal kırıklıklarının ve moral bozukluğunun ötesine geçmek, sosyalizmin pratik olanaklarına dair şu anda sahip olduğumuzdan daha geniş ve ikna edici bir savunma gerektirir. Marx ve Engel’in ütopyacılara yönelik tarihsel eleştirileri kendi dönemleri için ne kadar geçerli olursa olsun, günümüzde farklı bir yol izlemek için – aynı şekilde tarihsel olarak yönlendirilmiş – zorlayıcı bir durum vardır.

Sunduğumuz şey görece genel, eksik ve hatta spekülatif kalsa bile, sosyalizmin olası işleyişine dair daha sistematik bir değerlendirme geliştirmek, bugün elde edilebilir ütopyalara ve bunları başarmak için iradi eyleme açıklığı yeniden canlandırmak için bir gereklilik haline gelmiştir. Robin Hahnel’in yakın zamanda belirttiği gibi, makul bir alternatif olmadan “insanların bir şeyleri değiştirmek için gerekli riskleri almasını” ya da “buradan oraya nasıl gidileceğine dair bir strateji oluşturmasını” bekleyemeyiz. Kurumsal olarak detaylandırılmış bir alternatif, toplumsal hareketleri protestonun ötesine geçmeye teşvik etmek, tereddütte olan sosyalistleri ayakta tutmak ve yeni hoşnutsuzları kazanmak için artık temel önemdedir. Böyle bir alternatif, Ernst Bloch’un hem umutsuzluğu hem de umudu şiirsel bir şekilde yakaladığı gibi, “yenilmiş insanın dünyayı yeniden denemesini sağlamak için” vazgeçilmez bir teşvik haline geldi.

Sosyalist çelişkileri dibe batırmak

Marksistler gelecekteki sosyalist toplumun doğası ile ilgilendiklerinde, çoğu zaman gelecekteki zorlukları sorunsallaştırmaktan kaçınarak, ikna olmamış olanları sosyalist bir toplumun inşasındaki zorlukların fazlasıyla abartıldığı konusunda ikna etmeye çalışmışlardır. Oysa çalışan insanlar kapitalizm deneyimlerinden yeni bir toplum inşa etmenin hiç de kolay olmayacağını çok iyi anlarlar. Sosyalizmin inşasında önderlik etmesini beklediğimiz insanları, söz konusu zorluklar konusunda yanıltarak meşgul etmek, büyüklük taslamaktır ve nihayetinde kendi kendini yenilgiye uğratmaktır. Bunun yerine ihtiyaç duyulan şey, sosyalist projenin karşılaşacağı riskler, maliyetler ve ikilemlerin dürüst bir şekilde ortaya konması ve sorunların yaratıcı bir şekilde nasıl ele alınabileceğine dair inandırıcı örnekler ve umut verici göstergeler sunulmasıdır.

Sosyalizmin temel ikilemi, üretim araçlarındaki toplumsal mülkiyetin somut olarak nasıl ortaya konacağıdır. İşçiler işyerlerini yönetebilir mi? Eğer toplumsal mülkiyet devlet aracılığıyla örgütleniyorsa, işçilerin kontrolü bunun neresinde yer alır? Eğer toplumsal mülkiyet işçi kolektifleri arasında paylaştırılırsa, her bir kolektifin özel çıkarları toplumsal çıkarla nasıl örtüşür? Ve bu parçalı kolektifler merkezileşmiş güce karşı koyabilir mi? Yani, kapsamlı planlamayla birlikte gelen yoğunlaşmış iktidar demokratikleştirilebilir mi?

Bu tür ikilemler -çelişkiler demek daha uygun olabilir- ister “kıtlığın sonu” ister bilgisayar gücü, yapay zeka ve büyük veri patlaması olsun, kapitalizmden miras kalan üretici güçlerin daha da geliştirilmesine başvurarak ortadan kaldırılamaz. Kapitalizmi sona erdirme sürecindeki “devrimci praksis” deneyiminin, bu tür soruları benzer şekilde bertaraf edecek bir sosyalist bilinç düzeyi getireceği beklentisiyle de çözülemezler. Kıtlığın sona ermesi, daha yüksek toplumsal bilinç ve umut edilen demokratikleşmenin bir bileşimi temelinde “devletin sönümlenmesi” iddiasıyla da iktidarın merkezi planda yoğunlaşmasına ilişkin kaygılardan kaçılamaz.

Kısıtlılık (scarcity) – emek zamanının ve kaynakların alternatif kullanımları arasında seçim yapma ihtiyacı – ütopik fantezilerin dışında sona erecek gibi görünmüyor çünkü halkın talepleri, kolektif/sosyalist taleplere dönüştürüldüklerinde bile oldukça esnektir, büyümeye devam edebilir. Özellikle daha iyi sağlık hizmetleri, daha fazla ve daha zengin eğitim, yaşlılara daha fazla bakım, sanatın ve kültürel alanların genişletilmesini düşünün – bunların hepsi emek zamanı ve genellikle de tamamlayıcı maddi mallar gerektirir. Yani, seçenekler talep ederler.

Dahası, kısıtlılık hesaplaması özellikle boş zamanı göz ardı edemez; boş zaman “özgürlük alanını” temsil eder. İstediğimiz şeyi yeterince üretmiş olsak bile, bu emeğin bir kısmı tamamen gönüllü olmayıp araçsal olduğu sürece, emek zamanı ya da mal/hizmetin etkin kıtlığı devam eder. Çalışanlar işlerini sevebilir ve yaratıcı bir ifade ve tatmin kaynağı olarak görebilirler, ancak periyodik olarak işe gelmemeyi veya erken ayrılmayı tercih ettikleri sürece, bu çalışma saatlerini sağlama fedakarlığını dengelemek için başka bir teşvik gereklidir. Bu teşvik, etkin kısıtlılığın sürekliliğinin bir ölçüsüdür. Kısıtlılık, toplumun yeniden yapılandırılmasında içsel ve esasen kalıcı bir çerçeve olarak kabul edildiğinde, yapılandırılmış teşvikler sorunu çok önemli hale gelir. Bu sadece yeterli çalışma saatlerini motive etme meselesi değil, aynı zamanda yoğunluğunu ve kalitesini etkileme ve bu çalışmanın en iyi nerede uygulanacağını (yani toplumun genel iş bölümünü belirleme) etkileme meselesidir.

Bilgisayar gücünün kurtarıcı lütfuna gelince, envanter kontrolü ve tam zamanında teslimat lojistiğindeki rolünün yanı sıra büyük veri ve yapay zekanın nefes kesici potansiyelleri şüphesiz belirli planlama sorunlarının çözümüne yardımcı olacaktır. Belki de daha da önemlisi bilgisayar gücünün, işçi kolektiflerinin kararlarını kolaylaştırmak ve onları diğer işyerlerine bağlamak için merkezi olmayan bilgiler sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılmasının heyecan verici olasılıklarıdır. Bununla birlikte, sosyalist planlamanın genel sorunlarını çözmek için bilgisayarlara güvenilemez. Bu, bilgisayar gücündeki gelecekteki atılımların, yaşayan bir toplumun eşzamanlı etkileşimleri ve değişkenlikleri ile ilgili hacimli verilerle başa çıkıp çıkamayacağı konusundaki tartışmaların ötesine geçmektedir. Ayrıca, bilgisayarların bize sağladığı çıktılar tamamen içeri giren bilginin kalitesine ve bütünlüğüne bağlıdır (garbage in, garbage out), bu da daha güçlü bilgisayarların tek başına çözemeyeceği bir şeydir.

Bu ikincil bir mesele değildir. Sovyet tarzı planlamada yaygın olarak görülen bir işlev bozukluğu, hem yöneticiler hem de işçiler tarafından doğru bilgilerin sistematik olarak saklanmasıydı. Herhangi bir yıldaki yıllık üretim bir sonraki yılın hedefini etkilediğinden ve daha düşük bir temel hedef sonraki ikramiyelerin daha kolay elde edilmesini sağladığından, işyerleri gerçek üretim potansiyellerini gizlemek için komplo kurdular. Ekonomist-filozof ve Thatchercı kahraman Friedrich Hayek, sosyalizmin karmaşık bir toplumun işleyişi için vazgeçilmez olan mevcut ve potansiyel enformasyon ve bilgiyi üretmeye yeterli yapılara sahip olmadığı savını güçlendirmek için bu tür çarpık teşviklere işaret etti. Bu durum düzeltilse ve tutarlı bir plan oluşturulsa bile, yine de planın uygulanacağı anlamına gelmez. Kapitalizmde kurallara uymaya yönelik rekabetçi disiplin, tüm sorunlarına rağmen, bilginin toplanması, yayılması ve uygulanması sürecine entegre edilmiştir. Sosyalizmde merkez, planı yerine getirme adına, yönetime veya çalışma konseylerine belirli direktiflere göre hareket etmeleri talimatını verebilir – peki ya bunu yapmamayı seçerlerse?

Daha yüksek bilinç düzeyleri burada açık bir cevap gibi görünmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin yenilgisine katılmanın eğitici etkisi, yeni toplumun inşası için tartışmasız merkezi bir öneme sahiptir. Kapitalizmin yarattığı zayıflatıcı teslimiyetten kaçış ve yeni bireysel ve kolektif kapasitelerin heyecan verici keşfi, sosyalizmin inşasını ilerletmek için açıkça vazgeçilmezdir. Ancak uygun teşvik yapıları ve doğru bilgiye tam olarak erişebilen ilgili mekanizmalar olmadan, devrimin baş döndürücü anı sürdürülemez ve sosyalist bir toplumu sağlamlaştırmak için kullanılamaz.

Başlangıç olarak, nesiller arası bir sorun var. Zaman geçtikçe daha az sayıda insan devrimin heyecan verici coşkusunu deneyimlemiş olacaktır. Bir de bir tür toplumu yenmek için siyasi seferberlik sırasında geliştirilen beceri ve yönelimlerin, yeni bir toplum inşa etmek için gereken demokratik duygular ve yönetişim becerileriyle mutlaka uyuşmayacağı gerçeği var. Dahası, devrimin ilk katılımcıları arasında bile, o anın yüksek bilinci, günlük ihtiyaçların karşılanmasının daha sıradan dünyasına basitçe yansıtılamaz. Bu işçiler toplumun yeni yöneticileri haline geldikçe, bürokrasi ve kişisel çıkar sorunlarının kaçınılmaz olarak dünün sorunları arasında kaybolup gideceği varsayılamaz.

Rus Devrimi’ne katılan ve daha sonra Stalin döneminde sürgüne gönderilen muhaliflerden biri olan Christian Rakovsky, devrimci ruhtaki bu aşınmaya dikkat çeker. “Devletin yönetiminde ve ekonomisinde çeşitli yönlendirme görevleriyle yükümlü olanların psikolojisi öyle bir noktaya geldi ki, sadece nesnel olarak değil öznel olarak da, sadece maddi olarak değil manevi olarak da aynı işçi sınıfının bir parçası olmaktan çıktılar.” Bu durumun, bir fabrika müdürünün “komünist olmasına rağmen, proleter kökenine rağmen, birkaç yıl önce bir fabrika işçisi olmasına rağmen” geçerli olduğunu savundu. Biraz da umutsuzlukla, “1917’nin militanının 1928’in militanında kendini tanımakta zorluk çekeceğini söylerken abartmıyorum” sonucuna vardı. Bu, Rusya deneyiminin özel koşullarını yansıtsa da tüm devrimlerin bu tür gerilemelere karşı kırılganlığını görmezden gelmek hata olur.

En önemlisi, evrensel sosyalist bilince ulaşıldığı yönündeki kahramanca varsayımla bile, kendi parçalanmış konumlarıyla sınırlı bireylerin veya işyeri kolektiflerinin genel olarak yapılması gereken doğru şeyin ne olduğunu nasıl bulacakları sorusu ortada durmaktadır. Sosyalist bilincin en yüksek seviyeleri kendi başlarına bu ikileme cevap veremez. Kararları işçilerin vereceğini iddia etmek bir şeydir, ancak örneğin bir beyaz eşya fabrikasındaki işçiler, alüminyumu başka bir yerde daha değerli sosyal amaçlar için bırakmak yerine alüminyum kullanımını artırıp artırmamayı nasıl tartacaklardır? Ya da yılsonu “fazlalıklarını” nasıl dağıtacaklarına karar verirken diğer firmalara karşı kendi firmalarına ne kadar yeniden yatırım yapmaları gerektiğini? Ya da bir grup işçi daha kısa çalışma saatleri için bir miktar geliri takas etmek isterse, kendilerine olan faydaları ile topluma olan ürün veya hizmet kaybını nasıl ölçebilir ve karşılaştırabilirler?

Hayek, bu tür bilginin önemli bir kısmının “zımni” ya da gizli bilgi – tüketici tercihleri ve üretim potansiyelleri hakkında genellikle doğrudan ilgili toplumsal aktörler tarafından bile açıkça değeri bilinmeyen gayri resmi bilgi – olduğunu ileri sürmüştür. Hayek’in deyimiyle, piyasalar aracılığıyla yapılan bireysel tercihler ve karı maksimize etmeye yönelik baskılar gibi belirli kurumsal kısıtlamalara, teşviklere ve fırsatlara verilen tepkiler yoluyla ortaya çıkar. Buna “keşfedilmiş bilgi” de dahildir – örneğin, bir dizi alternatif mal, makine, hizmet veya iş organizasyonu biçiminden hangisinin daha üstün olduğu gibi, ancak firmalar arasındaki rekabet sürecinde sonradan ortaya çıkan bilgiler. Hayek’in iddiasına göre kapitalizmin gücü, bu tür içselleştirilmiş, gizli bilgileri yüzeye çıkarmasıdır; sosyalizm ise ne kadar planlama yapmayı umarsa umsun, başarılı bir planlamanın dayanacağı bilgiye etkili bir şekilde erişemez veya bu bilgiyi geliştiremez.

Tüm ideolojik ve sınıfsal önyargılarına rağmen bu eleştiri görmezden gelinemez. Hayek’e kapitalistlerin kendilerinin plan yaptığını savunarak karşı çıkılamaz. Bütün bir toplumu piyasa dışı bir şekilde örgütlemenin ölçeğinin tek bir, hatta devasa bir şirketi ele almaktan farklı bir büyüklükte olması bir yana, kapitalizmde şirket içi hesaplamalar merkezi sosyalist planlamanın sahip olamayacağı bir avantaja sahiptir. Kendilerini ölçmek için dış piyasa fiyatlarına ve piyasa odaklı standartlara sahiptirler. Daha da temelde, kurumsal planlama, yönetime emeği tahsis etme ve istihdam etme esnekliği ve yetkisi veren yapılara dayanır. Bunun yerine işçi kontrolüne dayalı bir şekilde planlama yapmak tamamen yeni bir üretici güç gerektirir – işyerlerini demokratik olarak yönetme ve koordine etme kapasitesi.

Mükemmel ya da mükemmele yakın toplumsal bilince eklenen tam ya da mükemmele yakın bolluk beklentilerinin bir başka sonucu daha vardır. Bunlar önemli toplumsal çatışmaların sona ermese bile dramatik bir şekilde azalması anlamına gelir ve böylece “dışsal” bir devlete duyulan ihtiyacı ortadan kaldırır. Devletin bu şekilde ortadan kalkması, devletlerin doğasını nasıl anladığımıza da bağlıdır. Eğer devletler yalnızca baskıcı kurumlar olarak görülüyorsa, o zaman devletin demokratikleşmesi tanım gereği devletin sönümlenmesini beraberinde getirir (“tam demokratik devlet” bir oksimoron haline gelir). Öte yandan, devlet sadece toplumsal farklılıklara aracılık eden ve adli disiplini denetleyen değil, aynı zamanda sınıf ve rekabetçi piyasaların hegemonyasının yerini ekonominin demokratik planlamasının almasını denetleyen bir dizi uzmanlaşmış kurum olarak görülürse, o zaman devlet sosyalizm altında muhtemelen daha da büyük bir rol oynayacaktır.

Bu semantik bir meseleden daha fazlasıdır. Devletin ortadan kalkmasına yönelik bir yönelim, bir dizi meseleyi es geçme eğilimindedir: Devletin etkinliği; devlet gücünün aşağıdan daha fazla katılımla dengelenmesi; sosyalizmi tanıtmanın orijinal praksisine çok fazla dayanmayacak, ancak sosyalist eğitimi, bilinci ve kültürü teşvik eden sürekli bir praksis oluşturacak deneyimlerin ve öğrenmenin nasıl başlatılacağı. Devletin kalıcılığını kabul etmek, odağı, miras alınan kapitalist devletin, tüm kurumların yaratıcı bir şekilde yeniden düşünülmesinin merkezinde yer alan, özellikle sosyalist, demokratik bir devlete dönüştürülmesine çevirir. Demokratikleşme sürecinin bazı devlet işlevlerinin adem-i merkezileştirilmesini içerdiği durumlarda bile, devrim sonrası sosyalizmi ilerletmek (göreceğimiz gibi) devletin diğer rollerinde bir artış ihtiyacını da içerebilir.

Kısacası, kapitalizmden devralınan üretici güçler ve sosyalizme geçişte geliştirilen bilinç üzerine inşa etmek başka bir şeydir, bunlara şişirilmiş sosyalist umutlar bağlamak – kapitalizmi sosyalizmin diyalektik kolaylaştırıcısı olarak görmek – bambaşka bir şeydir. Kapitalizmin üretken ve idari başarılarının uzman olmayanlar tarafından demokratik ve toplumsallaştırılmış bir biçimde ne ölçüde yeniden üretilebileceği, uyarlanabileceği ve uygulanabileceği mekanik olarak varsayılacak değil, sorulacak bir sorudur. Şimdi bu meydan okumayı somutlaştırmaya yöneliyoruz.

Sosyalizm ve piyasalar

Toplumsal mülkiyeti ortaya çıkarmanın bir yolunu bulmanın temelinde planlama ve piyasalar arasındaki gerilim yatmaktadır. Bu bölümde bunun bir planlamaya karşı piyasalar meselesi değil, planlama ve piyasaların uygun yerini yapılandıran yaratıcı kurumsal mekanizmaların keşfedilmesi meselesi olduğunda ısrar ediyoruz. Marx haklı olarak, piyasaların gönüllü ve verimli doğasını, içine gömülü oldukları toplumsal ilişkilerden ayrı olarak övmenin piyasaları fetişleştirdiğini savunmuştur. Ancak piyasalar, mutlak olarak reddedildiklerinde ve altta yatan ilişkilerden bağımsız olarak kendilerine ait bir yaşamları varmış gibi muamele gördüklerinde de fetişleştirilirler. Sosyalizmde piyasaların yeri hem bir ilke hem de pratiklik meselesidir – ve bu ikisi arasındaki çelişkilerle yaratıcı bir şekilde başa çıkmak gerekir. Bazı piyasalar sosyalizm altında yasaklanacak, bazıları memnuniyetle karşılanacak ve bazıları da merkezkaç antisosyal eğilimlerine kısıtlamalar getirilerek gönülsüzce kabul edilecektir.

Karar alma sürecini merkezi planlamacılara bırakmak adına piyasaları reddetmek, Sovyet merkezi planlamacı Yakov Kronrod’un 1970’lerde belirttiği gibi, ekonomik ve sosyal yaşamın tepeden tamamen planlanamayacak kadar çeşitli, dinamik ve öngörülemez olduğu gerçeğiyle karşı karşıya gelmektedir. Hiçbir planlama kapasitesi, sosyalizmin yarı özerk yerel gruplar arasında teşvik ettiği sürekli değişimleri tam olarak öngöremez ve – bu değişimlerin çoğunun işyerleri ve topluluklar arasında yankı üzerine yankı ile eşzamanlı olarak meydana geldiği göz önüne alındığında – belirgin ve yıkıcı gecikmeler olmadan yanıt veremez. Bu nedenle merkezi planlamaya çok fazla yük bindirmek ters etki yaratabilir; planlar sınırlı sayıda kilit değişkene odaklandıklarında ve çok fazla detaya boğulmadıklarında en iyi sonucu verirler.

Dahası “geniş ve karmaşık idari tahsisat sisteminin” ağır eli, eski SSCB’de görüldüğü gibi, ekonominin komuta kademelerini işgal edenler – merkezi planlamacılar, bakanlık başkanları, işyeri yöneticileri – arasında Kronrad’ın kendi kendini yeniden üreten bir “sosyal oligarşi” olarak adlandırdığı bir kristalleşme tehdidi taşır. Bu oligarşi katı planlarına uyulması için bastırdıkça otoriterleşme ve bürokratikleşme de artar (Kronrod bu argümanda yalnız değildi ama özellikle bu konuda ısrarcıydı). Eğer bunun yerine yapılması gereken “parametreler” belirlenerek ağır el hafifletilirse, bu uyum için bonuslar ve düşük performans için cezalar anlamına gelir. Bu tür teşvikler piyasa benzeri sorunları farklı bir biçimde ortaya çıkarır, hatta resmi piyasaların bazı avantajlarını bile içermeyebilir.

Albert ve Hahnel de aynı şekilde piyasaları reddetmekte, ancak aşağıdan yönetilen planlamaya bakmaktadır. Yaratıcı ve titiz modelleri, işyeri kolektiflerinden seçilmiş temsilcilerin tedarikçiler, müşteriler ve etkilenen toplumdan temsilcilerle bir araya gelmesine dayanmaktadır. Toplum orada olmalıdır, çünkü tüketim tarafında işyeri kararlarında bir payı vardır, aynı zamanda bu kararların yollar, trafik, konut, çevre koşulları vb. üzerindeki etkileri nedeniyle de orada olmalıdır. Bu ilgili taraflar birlikte karşılıklı olarak üzerinde mutabık kalınan planlar geliştirirler ve bu planlar büyük olasılıkla ekonomideki daha geniş arz ve talep koşullarına hemen uymayacağından, dengeye yaklaşmak için tekrarlanan toplantılardan oluşan yinelemeli bir sürecin nihayetinde boşlukları kapatabileceğini savunurlar.

Bu, belirli durumlarda işe yarayabilir ve belki de kısayollar öğrenildikçe, bilgisayar yenilikleri prosedürü hızlandırdıkça ve toplumsal ilişkiler kuruldukça zaman içinde daha önemli hale gelebilir. Ancak genel bir çözüm olarak uygulanabilir değildir. Kısıtlılığın çeşitli çıkarlar ve herhangi bir dış hakem bulunmaması bağlamında, rahat bir karşılıklı uzlaşıdan ziyade bitmek bilmeyen bir çatışmaya yol açması muhtemeldir. Üretim ve tüketimin karşılıklı bağımlılıkları ve bunların çok sayıda kararın sadece sırayla değil eşzamanlı olarak alınması ve gözden geçirilmesi ve her birinin basamaklı sonuçları üzerindeki etkileri göz önüne alındığında, böyle bir süreç toplantıların baskıcı bir tiranlığına yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Sosyalizmde piyasalar gerekli olacaktır. Ancak bazı piyasa türleri kesin olarak reddedilmelidir. Bu özellikle metalaştırılmış işgücü piyasaları için geçerlidir. Argüman şu şekilde ilerlemektedir. Planlama – inşa edilmek üzere olan şeyi tasavvur etme yeteneği – insan emeğinin evrensel bir özelliğidir: “En kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekte inşa etmeden önce hayalinde yükseltmesidir.” Kapitalizmin temel eleştirilerinden biri iş gücünün metalaştırılmasının işçileri bu insani kapasiteden mahrum bırakmasıdır. Bireysel kapitalistler plan yapar, kapitalist devletler plan yapar ve tüketiciler olarak işçiler de plan yapar. Ancak üreticiler olarak işçiler, yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satarken, planlama kapasitelerinden ve yaratma potansiyellerinden vazgeçerler. Kapitalizmin bu ilk günahı, kapitalizm altında işçi sınıfının daha geniş toplumsal ve siyasi degradasyonun temelidir.

Yine de emeğin yeniden tahsisi sorunu devam etmektedir ve eğer işçiler nerede çalışacaklarını kabul etme ya da reddetme hakkına sahip olacaklarsa, bu bir tür emek piyasası anlamına gelmektedir. Ancak bu çok özel, sınırlı ve metadışılaştırılmış türde bir işgücü piyasası olacaktır. İşçileri yeni iş kollarına ya da bölgelere çekme ihtiyacına bağlı olarak merkezi planlama kurulu daha yüksek ücretler (ya da daha elverişli konut ve sosyal olanaklar) belirleyecek ve işgücünün yetersiz kalması halinde bunları gerektiği şekilde ayarlayacaktır. Merkezi plan tarafından belirlenen ücret çerçevesi dahilinde, işkolu konseyleri de aynı şekilde işçileri işyerleri arasında ya da yeni işyerlerine dağıtmak için ücretleri artırabilirdi. Ancak işçiler işyerlerinin rekabetçi bir şekilde kapatılması yoluyla işten çıkarılamaz ya da işlerini kaybedemezlerdi ve arza oranla genel bir talep yetersizliği olması durumunda, işçileri disipline etmek için yedek bir ordu oluşturmanın alternatifi olarak talep canlandırılabilir ya da çalışma süresi azaltılabilirdi.

Metalaşmış işgücü piyasalarının yasak olmasının yanı sıra sermaye piyasaları da yasaklanmalıdır. Yatırımların nereye yapılacağına ilişkin seçimler, hayatımızın her alanını yapılandırmaya ve gelecekteki hedef ve seçenekleri şekillendirmeye ilişkin seçimlerdir. Ekonomik endeksler bu tür kararların alınmasına dahil edilebilir, ancak bu tür endekslerin ortak mantığı – dar bir parasal ekonomik kriter yelpazesine dayalı olarak alternatifleri karşılaştırma yetenekleri – neyin değerleneceğini değerlendirmenin ölçülemez karmaşıklığı ile dengelenir. Sosyalizmde kredi, tüketicilere kredi, bireysel ya da küçük kooperatif girişimleri için fon ya da alım-satım arasındaki boşluklarla ilgilenen işyeri kolektifleri sağlama anlamında var olacak olsa da finansal metaların yaratılmasına dayalı finansal piyasaların yeri olmayacaktır.

Öte yandan, kahveciler ve fırınlar, küçük restoranlar ve çeşitli barlar, giyim mağazaları, el sanatları dükkanları ve müzik dükkanlarından oluşan bir piyasanın olmadığı bir sosyalizmi kim hayal edebilir? Eğer eşitliğin temel koşulları sağlanırsa, bu piyasalar gücün ifadesi değil kişisel tercihlerle ilgiliyse, onları hoş karşılama konusunda savunmacı olmak için hiçbir neden yoktur. İşyeri kolektiflerinin ticari faaliyetlerine döndüğümüzde, piyasaların rolü en büyük ve en tartışmalı önemini kazanır.

Piyasalar aracılığıyla faaliyet gösteren işçi kolektiflerinin içerdiği ikilemleri ele alırken, sosyalizm altında bir işyeri kolektifindeki bir işçinin hızlı bir taslağıyla başlamak yararlı olacaktır. Serbest meslek ve yerel hizmetler sunan bir avuç işçiden oluşan kooperatifler dışında, işçiler işyerlerini kontrol eder ancak sahiplenmezler. İşyerleri toplumsal mülkiyettir; mülkiyet belediye, bölgesel ya da ulusal devlet organlarına aittir. İşçiler satabilecekleri ya da ailelerine devredebilecekleri işyeri temelli pazarlanabilir hisselere sahip değildir – sosyalizmde sermayenin özel getirisi yoktur. Bireysel işçiler işlerini bırakıp başka bir yerde iş arayabilseler de işyeri kolektifleri işyerlerini kapatmaya karar veremezler çünkü işyerleri kendilerinin değildir. Üretilen mal veya hizmetlere olan talep azalırsa, kolektif başka faaliyetlere dönüşüm planlarının ayrılmaz bir parçası olacaktır.

İşçiler “başkaları” için çalışmazlar, vergi sonrası artığın aralarında paylaşılmasıyla emek güçlerini kolektif olarak örgütlerler. Gelir, “kendi (özel) emeğinizin meyvelerini” almaya dayanmaz, çünkü çalışma özel değil kolektif bir faaliyettir. Çalışanlar, çalıştıkları saatlere ve işin yoğunluğuna ya da tatsızlığına bağlı olarak yaptıkları iş için ücret alırlar. Çalışan ya da çalışmayan herkes sosyal ücretten pay alır – ihtiyaca göre dağıtılanlar evrensel olarak ücretsiz ya da ücretsize yakın kolektif hizmetler (örneğin sağlık, eğitim, çocuk bakımı, ulaşım) ve sübvanse edilen konut ve kültürdür. Ücretli işgücüne dahil olmayanlar, insanların onurlu bir şekilde yaşamalarına olanak tanıyacak düzeyde bir tüketim maaşı alırlar ve her kolektifin vergi sonrası fazlasının dağıtımı ya ek kolektif hizmetler ve/veya bireysel ikramiyeler olarak dağıtılır. (İstihdam daha yüksek ücret getirecektir, ancak devrim sonrası koşullara ve politikalara bağlı olarak, sosyal ücret artı geçimlik bir gelir, serbest meslek veya küçük bir kooperatifte çalışmayı pratik bir seçenek haline getirecektir).

Sermayeden elde edilen gelirin yokluğunda ve sosyal ücretin bireysel tüketime kıyasla büyük bir ağırlık taşımasıyla, çalışanların koşullarındaki etkin değişim nispeten dar ve eşitlikçi bir aralıkta olacaktır (Makul varsayımlara göre sosyal ücretin değeri – ücretsiz sağlık hizmetleri, eğitim, ulaşım, çocuk bakımı ve sübvanse edilen konut ve kültür – bireysel tüketimin en az üç katı olacaktır). Bu bağlamda, fiyatların çevresel etkiler gibi sosyal maliyetleri yansıtması konusunda endişeler olacaktır, ancak bunun ötesinde, işçilerin tercih ettikleri belirli mal veya hizmeti seçmek için bireysel kazançlarını kullanmaları konusunda sosyalist kaygılar için çok az neden var gibi görünmektedir. Kredinin varlığı konusunda endişelenmek için de fazla bir neden yoktur. Temel ihtiyaçların esasen ücretsiz olduğu, konutların sübvanse edildiği ve emeklilikte yeterli emekli maaşlarının verildiği bir ortamda, tasarruf etme ya da borç alma yönündeki baskılar büyük ölçüde yaşam döngüsü boyunca farklı zaman tercihleriyle sınırlı kalacaktır (örneğin, emeklilikte bir seyahat için para biriktirmek ya da şimdi bir beyaz eşya almak). Bu nedenle, işyeri veya topluluk kredi birlikleri ya da ulusal bir tasarruf bankası, ulusal olarak denetlenen koşullar ve faiz oranları altında, sosyalist idealleri tehdit etmeden borç verenler ve borç alanlar arasındaki kredi akışına aracılık edebilir.

Yine de kapitalizm altında dayatılan otoriter piyasa disiplini artık var olmayacak olsa da işyeri kolektifleri genellikle girdi satın alma ve mal ve hizmetlerini satma veya nihai ürünün piyasa fiyatı yoksa ölçülebilir çıktı hedefleri olan bir piyasa bağlamında faaliyet göstermeye devam edecektir. Sonuç olarak, toplumsal açıdan duyarlı şekillerde hareket etmeye yönelik teşvikler (verimli çalışma gibi) gerekli olmaya devam edecektir. Bu, kolektif tarafından üretilen artığın bir kısmının kolektif mallar (konut, spor, kültür) veya özel tüketim için gelir olarak üyelerine gitmesi şeklinde olabilir. Bu, bir girdinin başka bir yerde kullanıldığında ne kadar değerli olduğu ve diğerlerinin nihai ürünü ne kadar değerli gördüğü gibi fırsat maliyetlerini karar alma sürecine dahil etmek için bir mekanizma getirir.

Ancak bu aynı zamanda piyasaların olumsuz yönünü de yeniden ortaya çıkarmaktadır. İlgili teşvikler rekabet anlamına gelmektedir, bu da kazananlar ve kaybedenler ve dolayısıyla eşitlikçi olmayan sonuçlar anlamına gelmektedir. Dahası, daha fazla rant elde eden işyerleri daha fazla yatırım yapmayı tercih ederse, rekabet avantajları yeniden üretilecektir. Özellikle önemli olan, kazanılan artığı en üst düzeye çıkarmak veya devlet tarafından belirlenen standartları aşmak için yapılan dış baskılar, kolektif içindeki iç yapıları ve ilişkileri etkileyerek “işçi kontrolünün” esas anlamını zayıflatmaktadır. Örneğin, ana hedef olarak büyük artıların elde edilmesine yapılan vurgu, eskinin “daha verimli” iş bölümlerinin tekrarlanmasını ve – aynı nedenlerle – uzmanlığa saygı gösterilmesini ve işyeri hiyerarşilerinin hoş görülmesini destekleme eğilimindedir. Bununla birlikte diğer öncelikler de önemsizleşmektedir; katlanılabilir bir çalışma temposu, sağlık ve güvenlik, dayanışmacı işbirliği, demokratik katılım.

Üretim araçlarının özel mülkiyetinin sona erdirilmesi, piyasaların altında yatan sınıflar arası ilişkilerin eleştirisini ele alsa da (artık patronlar yok), geriye kalan şey rekabetçi piyasalar aracılığıyla birbirine bağlanan işyeri kolektifleri arasındaki sınıf içi çatışmadır. En uç noktada, teşvik edilen rekabetçilik, rekabetçi standartlara uymaları için işçiler üzerinde emek piyasası benzeri baskılara açılan bir arka kapı haline gelir. Bir sonraki bölümde, piyasaların kullanımının kurumsal yenilikler yoluyla piyasaların bu tür olumsuz etkilerini sınırlayacak şekilde uyarlanıp uyarlanamayacağı konusuna değineceğiz.

İşkolu konseyleri

Planlama ve işçi kontrolü sosyalizmin temel taşları olsa da aşırı hırslı planlama (Sovyet örneği) ve aşırı özerk işyerleri (Yugoslav örneği) sosyalizm modelleri olarak başarısız olmuştur. Bu modellere yönelik ılımlı reformlar da ister hayal edilsin ister uygulansın, ilham vermemektedir. Her şeyi kapsayan planlamanın ne etkili ne de arzu edilir olduğu ve işyeri kolektiflerine ademi merkeziyetçiliğin toplumsal çıkarı tanımlamak için ekonomik olarak çok parçalı ve planı etkilemek için siyasi olarak çok parçalı yapılarla sonuçlandığı düşünüldüğünde, sorun şudur: Devlette, planda, işyerlerinde ve bunlar arasındaki ilişkilerde hangi dönüşümler bu ikilemi çözebilir?

Hem kapitalizmin hem de sosyalizmin işletme birimleri işyerleridir. Kapitalizmde bunlar, kapitalizme adını veren birincil yapılar olan rekabet halindeki sermaye birimlerinin bir parçasıdır. Sosyalizmin bu tür özel kendini genişletme birimlerini dışlamasıyla, işyeri kolektifleri bunun yerine ortak teknolojiler, çıktılar, hizmetler veya basitçe geçmiş tarih açısından gevşek bir şekilde tanımlanan, pragmatik olarak oluşturulmuş “işkolları” içine yerleştirilmiştir. Bu işkolları, aslında ekonomik planlamanın en önemli birimleridir ve genellikle Madencilik, Makine, Sağlık, Eğitim veya Ulaşım Hizmetleri gibi devlet bakanlıkları veya departmanları içinde yer alırlar. Bu güçlü bakanlıklar, devletin ve merkezi planlama kurulunun merkezileşmiş gücünü pekiştirmektedir. Bu kurumsal yapı işçilerin ihtiyaçlarını gözetmeye çalışsa da çalışmasa da sosyalistlerin savunduğu işçi kontrolünü getirmez. Liberal siyasi özgürlüklerin (şeffaflık, özgür basın, örgütlenme özgürlüğü, habeas corpus, çekişmeli seçimler) eklenmesi kesinlikle olumlu olacaktır; hatta liberal kurumların en iyi sosyalizmin eşitlikçi topraklarında gelişmesi gerektiği bile iddia edilebilir. Ancak kapitalizmde olduğu gibi bu tür liberal özgürlükler merkezi ekonomik gücü kontrol etmek için çok zayıftır. İşyeri kolektifleri ise bu boşluğu dolduramayacak kadar parçalıdır. Dahası, daha önce de belirtildiği gibi, yukarıdan gelen direktifler ya da rekabetçi piyasa baskıları, kolektifler içinde bile önemli işçi kontrolünü sınırlamaktadır.

Radikal bir yenilik olarak bakanlıkların planlama yetki ve kapasitelerinin devletten alınarak sivil topluma devredilmesi öngörülmektedir. Eski bakanlıklar daha sonra “işkolu konseyleri” olarak yeniden düzenlenecektir – yani anayasal olarak onaylanmış ancak devletin dışında duran ve ilgili sektördeki her işyerinden seçilen işçi temsilcileri tarafından yönetilen yapılar olarak. Merkezi planlama kurulu, ulusal önceliklere göre her sektöre fon tahsis etmeye devam edecek, ancak sektörel düzeylerde işyeri gücünün konsolidasyonunun iki dramatik sonucu olacaktır. Birincisi, liberal reformlardan ya da parçalanmış işyerlerinden gelen baskılardan farklı olarak, devlet ve işçiler (plan ve işçi kolektifleri) arasındaki güç dengesinde böylesi bir değişim, işçilerin, sosyal oligarşinin planlama aygıtı üzerindeki maddi etkisi sayesinde sahip olduğu gücü, bilgi toplamadan uygulamaya ve kendileri için elde ettikleri ayrıcalıklara kadar, engellemese de değiştirmesi için maddi bir potansiyel taşımaktadır. İkinci olarak, işkolu konseyleri kendi yetki alanlarındaki işyerlerinden aldıkları yetkiyle “piyasa sorununu” sosyalizmle daha tutarlı bir şekilde ele alma kapasitesine sahip olacaktır.

Burada kilit nokta, eşitsizliği artıran teşvikler ile yatırımda eşitlikçi bir eğilim arasında belirli bir denge kurulmasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, her bir işyeri kolektifi tarafından kazanılan fazlalıklar, ortak veya bireysel tüketimlerini artırmak için kullanılabilir, ancak bu fazlalıklar yeniden yatırım için kullanılamaz. Ülke çapındaki öncelikler, demokratik süreçler ve baskılar yoluyla merkezi plan düzeyinde belirlenir (bu konuya daha sonra değinilecektir) ve bunlar işkollarına göre yatırım tahsislerine dönüştürülür. İşkolu konseyleri daha sonra yatırım fonlarını denetledikleri işyeri kolektifleri arasında dağıtır. Ancak piyasa temelli kararlardan farklı olarak, baskın kriterler en üretken olan işyerlerini kayırmak, işyerleri arasında kalıcı ve büyüyen eşitsizlikleri yeniden üretmeye hizmet etmek değildir. Bunun yerine yatırım stratejisi, daha zayıf kolektiflerin mal veya hizmet üretkenliğini en iyi performans gösterenlere yaklaştırmaya (ve işgücüne yeni katılanları absorbe etmek ve belirli topluluklarda veya bölgelerde kalkınmayı desteklemek gibi diğer sosyal kriterlere) dayanmaktadır.

İşkolu genelinde koşulların eşitlenmesine yönelik bu tarafgirlik şüphesiz bazı işyerlerinin direnişine yol açacaktır. Daha da önemlisi merkezi plan ve merkezin sektörlere yatırım tahsisleri ile birlikte gelen koşullar tarafından desteklenecektir. Teşvik ihtiyacı ile eşitlikçi ideallere bağlılık arasındaki gerilim pratik gerçekleri yansıtacaktır. Sosyalist ideallerin işyeri kolektiflerine ve işkolu konseylerine ne ölçüde nüfuz ettiği ve yoğun rekabete karşı çıkan bazı işyerlerinin kendi çıkarları tarafından koşullandırılacaktır. Ancak bu durum, verimlilik ve büyümeye ilişkin süregelen kaygılarla dengelenecektir. Zaman içinde, ideolojik yönelim güçlendiği ve maddi standartlar yükseldiği ölçüde, bunun eşitliğin daha fazla desteklenmesini kolaylaştırması beklenir.

İşyeri kolektifleri arasındaki performans farkının kapatılması özellikle araştırma ve geliştirmenin önemli ölçüde merkezileştirilmesi (bazıları hala işyerine özgü olsa da) ve bilginin özel bir varlık ve ayrıcalık kaynağı olarak görülmek yerine sektör genelinde paylaşılmasıyla güçlendirilecektir. Bunun yanı sıra, tekniklerin ve yeniliklerin paylaşılması için düzenli sektörel üretim konferansları düzenlenecek, en iyi uygulamaların öğrenilmesi için işyerleri arasında değişimler kolaylaştırılacak ve hem mühendisler hem de işçilerden oluşan “aracı” (fixers) ekipler, işyerlerindeki ve tedarikçiler arasındaki belirli sorunları ve darboğazları gidermek için hazır bulunacaktır.

Dolayısıyla sosyalist işyerini kapitalist muadilinden ayıran şey sadece özel bir sahibin ve yetki devredilmiş yöneticilerin olmaması değil, aynı zamanda işçilerin dışsal bir rekabet ya da ölüm tehdidi altında yaşamamasıdır. Her yerde mevcut olan iş kaybı ve işten çıkarma tehditleri yoktur, yüksek düzeydeki evrensel yardımlar insanları kazanılmış gelire çok daha az bağımlı kılar ve işkolu konseyleri işyerleri arasındaki eşitsizlikleri düzenler. Ancak böyle bir bağlamda, artı maksimizasyon standartlarına uyma yönündeki rekabetçi baskıların hafifletildiği bir ortamda, işçi özerkliği ve kontrolü sadece biçimsel değil özsel bir anlam kazanabilir.

İşverenlerin işçileri artı değeri maksimize etmek ve/veya maliyetleri düşürmek için zorlamadığı ve işçilerin kendilerini denetlemeleri için piyasa baskılarının önemli ölçüde hafiflediği bir ortamda, işçilerin gündelik işçi kontrolünün ve metadışılaştırmanın gerçekten ne anlama gelebileceğini gösterebilecek seçimler yapabilmeleri için bir alan yaratılmış olur. Yeniden vücut bulan işyerinde, temel haklar işyeri sınırı geçildiğinde ortadan kalkmaz. Katı iş bölümü, emeğin kendini savunmak için inşa ettiği katılıklar da dahil olmak üzere, açık bir deney ve işbirliği alanı haline gelir. Hiyerarşiler düzleştirilebilir – özel vasıflara sahip olanların önemini reddederek değil, onları bilgiyi demokratikleştirmeye ve karmaşık konuları anlaşılır hale getirmeye adanmış akıl hocaları (“kızıl uzmanlar”) olarak entegre ederek. İşçilere üretimin planlanması ve sorunların çözümüne düzenli olarak katılmaları için zaman, bilgi ve vasıf verildiğinde, entelektüel ve kol emeği arasındaki tarihi ayrımın kesin bir şekilde bulanıklaşmasını hayal etmek mümkün hale gelir.

Bu bağlamda ortaya çıkabilecek haklar ve sorumluluklar kültürü, özellikle de kendilerini “sadece işçi” olarak görmeyen insanların yeni özgüveni, işyeriyle sınırlı kalmayacaktır. Yerel topluma ve ötesine akacak, başta sosyalist devlet olmak üzere tüm kurumlara yönelik demokratik beklentileri yükseltecektir. İşçi sınıfının, ulusal planı etkileme ve uygulamada işçi liderliğindeki işkolu konseylerinin ağırlığıyla maddi olarak güçlendirilen bu yeni toplumsal otoritesi, merkezi planlamacılar üzerinde daha önce eksik olan bir denetimi düzeltir ve aşağıdan gelen iddialı girişimlerin temelini oluşturur. Sermaye ve emek piyasalarının olmadığı, sıkı kurumsal kısıtlamaların ve iş gücünün rekabet disiplinine tabi kılınmasına karşı önlemlerin olduğu bu dünyada emeğin metalaştırılmasının etkin bir şekilde ortadan kalkacağı inandırıcı bir şekilde iddia edilebilir.

Planlama katmanları 

İşçiler tarafından seçilen işkolu konseylerinin devlet dışında güçlü yeni kurumlar olarak ortaya çıkması, sosyalist planlama hakkında nasıl düşündüğümüzü yeniden gözden geçirmemizi öneriyor. “Plan” ve “adem-i merkeziyetçilik” tartışması o kadar da yararlı değildir. İşkolu konseylerinin oluşumunda yer alan adem-i merkeziyetçilik, işyerlerinin işkolları halinde birleştirilmesini ya da merkezileştirilmesini de içermektedir. Ve göreceğimiz gibi merkezi planın gücünü diğer yapılarla paylaştığı bir derece olsa da bu bir planlama organı olarak etkinliğinde mutlaka bir kayıp anlamına gelmez. Bu nedenle “planlama katmanlarına” dayalı bir sistem düşünmek daha yararlı olacaktır. Birbirine bağlı bu katmanlar elbette merkezi planlama kurulunu ve işkolu konseylerini içerir. Ayrıca dolaylı bir planlama biçimi olarak piyasaları da içerirler ve işkolu konseylerinin piyasa otoriterliğini kısıtlamadaki kritik rolü ile planlama aynı zamanda işyeri içi ilişkileri de kapsar. Ve işkolu vurgusunu tamamlayan mekansal bir boyutu da içerirler.

Yaşamın maddi koşullarının düzenlenmesine ilişkin baskın endişe ve toplumsal etkileşimin büyük bir kısmının çalışma yoluyla gerçekleşmesi (hele ki çalışanlar bu çalışmanın planlanmasına yakından dahilse) planlama katmanları içinde ekonomiye özel bir ağırlık vermektedir. Ancak toplumsal ve kültürel olanın, kentsel olanın ve bunun banliyö ve kırsal olanla ilişkisinin önemi, planlamanın mekansal bir katmanını gerektirmektedir. Bu bağlamda, eski Sovyetler Birliği’nde bölgesel adem-i merkeziyetçilikle ilgili olarak tekrar tekrar yapılan deneylerin bir tarihi vardır. Bakanlıkların işçi kontrolündeki işkollarına devredilmesi gibi, mekansal olanın bölgesel ve alt-bölgesel olana devredilmesi, aksi takdirde aşırı yüklenmiş olan merkezin kendi en önemli görevlerine odaklanmasını sağlayacak ve planlamayı yerel koşullardan en çok etkilenen ve bu koşullara en aşina olanlara yaklaştıracaktır. Bu sayede planlamaya aktif olarak katılma potansiyeli olan kişi sayısı da büyük ölçüde artacaktır.

Planlamanın üretim ve mekânsal/tüketim tarafları arasındaki bu ayrım, sadece farklı kurumsal gruplar arasında değil, bireyler arasında bile yeni gerilimler yaratabilir, çünkü bu bireyler her zaman işçi, tüketici ve toplum yaşamının katılımcılarıdır. İşkolları ve işyeri planlama mekanizmalarına toplum temsilcilerinin dahil edilmesiyle bu durumun bir kısmı hafifletilebilir. Özellikle hizmet sektöründe ve bir dereceye kadar bazı yerel üretimde, hastanelerin, okulların, kamu hizmetlerinin, enerji dağıtımının, ulaşımın, konutların ve iletişimin mülkiyetinin “belediyeleştirilmesi” bir başka olasılığı ortaya çıkarır. Bu durumlarda yerel “topluluk konseyleri”nin oluşturulması, insanların yaşamlarının çeşitli boyutları arasındaki gündelik gerilimler arasında köprü kurulmasını kolaylaştırabilir. Sosyalizm olgunlaştıkça ve üretkenlik giderek çalışma saatlerinin azaltılması ve boş zamanların artırılmasıyla ifade edildikçe, bu tür konseylerin rolünün – sokak peyzajlarını ve şehir mimarisini yeniden düşünmeye, günlük hizmetlerin sağlanmasını genişletmeye, sosyalliği geliştirmeye, sanatı ve kültürel genişlemeyi teşvik etmeye yaptıkları vurguyla – sosyalizmin nihai hedefleri doğrultusunda, ekonomik örgütlenmenin daha dar kapsamlı taleplerine göre karşılaştırmalı olarak önem kazanması beklenebilir.

Merkezi plan ile ekonominin/toplumun geri kalanı arasındaki ilişkide bu tür dönüşümler, işyeri kolektifleri, işkolları konseyleri, bölgesel konseyler, piyasalar ve değiştirilmiş merkezi planlama kurulu arasında uzanan planlama katmanları arasında hem destek hem de karşılıklı kontroller getirecektir. Buna ulusal hedeflerin belirlenmesinde siyasi mekanizmaların rolü de eklenecektir; her seviyede devam eden tartışmalar, seviyeler arasında lobicilik ve müzakere ve gelecekteki yönelim etrafında dönen çekişmeli seçimler – önemi ve kamusal yönlendirmeye gerçek açıklığı nedeniyle – umarız en geniş halk katılımını sağlayacaktır.

İktidarın bu şekilde ademi merkezileşmesi ve katılım alanlarının artması, Kronrod ve diğerlerinin sınırlandırmak için çok endişelendiği “sosyal oligarklar” üzerinde güçlü bir kontrol olacaktır, ancak bu mutlaka merkezi planlama mekanizmasının öneminde bir zayıflama anlamına gelmeyecektir. Kronrod’un aşırı planlama eleştirisinin ruhuna uygun olarak, planlamayı daha az müdahaleci ama daha etkili bırakabilir. Ve iktidarın dağılması, daha az doğrudan el atılsa bile bir koordinasyon organının önemini daha da kritik hale getirir. Aslında, planlama kurulu bazı işlevlerinin başka yerlere kaydırıldığını görse bile, bu durum kurulun piyasaları izlemek ve düzenlemek, genişletilmiş piyasaların alışılmadık dünyasında gelir elde etmek için yeni mekanizmalar getirmek ve eğitim müfredatlarını, planlamaya aktif demokratik katılımın patlaması için gerekli olan popüler kapasitelerin geliştirilmesini içerecek şekilde dönüştürmek gibi bazı yeni işlevleri üstlenmek zorunda kalmasına yol açabilir. Ayrıca, merkezi planlama kurulu yatırım kaynaklarının işkolu konseylerine ve bölgelere tahsisini kontrol etmeye devam edeceğinden, merkezi planların uygulanmasına yardımcı olmak için resmi devlet dışında var olan idari kapasitelerden yararlanabilecektir.

Demokratik olarak belirlenen öncelikleri yansıtacak şekilde, reformdan geçirilmiş merkezi planlama kurulunun rollerinin bir listesi aşağıdakileri içerebilir:

1.Tam istihdamın, ihtiyaçlara evrensel erişimin ve yaşanabilir bir gelirin garanti altına alınması.

2.GSYH’den yatırım ve büyümeye ayrılacak payın belirlenmesi yoluyla şimdiki ve gelecekteki tüketim arasındaki ilişkinin ayarlanması.

3.Yatırımların işkollarına ve bölgelere tahsis edilmesi ve bunların da kendi yetki alanları içinde yeniden tahsis edilmesi.

4.Faaliyetleri için gelir elde etmek.

5.Toplumun dayanışma ve eşitlik hedeflerinin önündeki engellerin sadece bireyler/haneler arasında değil, işyeri kolektifleri, işkolları ve bölgeler arasında da azaltılması.

6.Eğitim kurumları aracılığıyla ve iş yerinde, popüler işlevsel becerilerin ve demokratik ve kültürel kapasitelerin sürekli olarak geliştirilmesi.

7.Harcamaların kolektif ve bireysel tüketim arasında dağıtılması yoluyla metadışılaştırılma hızının yönetilmesi.

8.Daha fazla üretime giden üretkenlik payını etkileyerek üretim-boş zaman dengesini düzenlemek ve daha az çalışma saatiyle aynı üretimi yapmak.

9.Burada kaynakların devlet tarafından sahiplenilmesi ve fiyatlandırılmasının yanı sıra yatırımların tahsis edilmesiyle birlikte çevre standartlarına sıkı sıkıya bağlılığın uygulanması kritik önem taşımaktadır.

10.Muhtemelen hala ağırlıklı olarak kapitalist bir küresel ekonomi olacak olan ekonomiyle ilişkilerin yönlendirilmesi. (Uluslararası ilişkiler, kapitalist ülkelerle karmaşık ilişkilerden Küresel Güney ile dayanışma ilişkilerine ve diğer sosyalist ülkelerle planlanan ilişkilerin müzakere edilmesine kadar burada ele alınmayan bir dizi konuyu gündeme getirmektedir).

Sosyalizm kapitalizm kadar verimli olabilir mi?

Hiç kimse kapitalizme Komünist Manifesto’nun yazarlarından daha fazla ekonomik saygı göstermemiş, kapitalizmin “Mısır piramitlerini, Roma su kemerlerini ve Gotik katedralleri çok aşan harikalar gerçekleştirdiğine” hayret etmiştir. Yine de Marx ve Engels bunu tarihin zirvesini temsil etmekten çok, yeni ve daha geniş bir olasılığa işaret etmek olarak tanımladılar; kapitalizm “insan faaliyetinin nelere yol açabileceğini gösteren ilk şeydi”. Yapılması gereken, üretici güçleri belirgin bir şekilde toplumsallaştırarak ve yeniden örgütleyerek bu potansiyelin üzerine inşa etmekti.

Buna karşılık Hayek ve daha önceki akıl hocası von Mises için kapitalizm, toplumun teleolojik doruk noktası, insanlığın takas eğiliminin tarihsel son noktasıydı. Hayek, özel mülkiyet, emek ve sermaye piyasaları olmadan nüfusun gizil bilgisine erişmenin hiçbir yolu olmayacağını ve bu tür bilgilere yaygın erişim olmadan, herhangi bir ekonominin tekleyeceğini, sürükleneceğini ve yetenek ve kaynakları boşa harcayacağını bir gerçek olarak görüyordu. Von Mises, sosyalizmin esasen imkansız olduğu yönündeki argümanı kesin bir şekilde bir kenara bırakıldıktan sonra, kapitalizmin girişimcilik dehasına ve getirdiği dinamik verimlilik ve sürekli yeniliğe odaklandı.

Hayek’in iddialarının aksine bilgi paylaşımını sistematik olarak engelleyen aslında kapitalizmdir. Özel mülkiyet ve kar maksimizasyonunun bir sonucu da bilginin diğerlerinden saklanması gereken rekabetçi bir varlık olduğudur. Öte yandan sosyalizm için bilginin aktif paylaşımı, işkolu konseylerinin sorumluluklarında kurumsallaşmış bir şey olarak, işleyişi için esastır. Dahası Hayek’in miyop bireyciliği, Hilary Wainwright’ın çok güçlü bir şekilde savunduğu gibi genellikle piyasaların dışında, çalışmalarını ve topluluklarını ele alan gruplar ve hareketler arasındaki tartışmalarda ve münazaralarda meydana gelen gayri resmi kolektif diyalogdan gelen bilgeliği göz ardı etmektedir.

En önemlisi Hayek’in çerçevesi küçümseyici bir sınıfsal önyargıya sahiptir – Hayek sadece üst sınıfta bulunan bilgiyle ilgilenmektedir. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve iş süreçlerinde en doğrudan deneyime sahip olan işçilerin bilgisi onu hiç ilgilendirmez. Kapitalizmde işçilerin bilgilerini işverenlerden saklamak – “askerlik” yapmak- için genellikle iyi nedenleri olduğu, çünkü bu bilgileri aktarmanın kendi koşullarına yardımcı olmayabileceği ve hatta olumsuz sonuçlar doğurabileceği (örneğin çalışma standartlarının sıkılaştırılması) olasılığını dikkate almaz. Buna karşılık sosyalizmin temel amaçlarından biri çalışan insanların yaratıcı potansiyellerini özgürleştirmek ve daha da geliştirmektir ve bu da bilginin maksimum düzeyde karşılıklı paylaşımını içerir.

Von Mises’in takipçileri de benzer şekilde girişimciliğin çeşitli kurumsal ortamlarda gerçekleşebileceği ihtimalini dışladılar. Yine de kapitalizm altında bile teknolojik atılımların tarihi her zaman bir dizi izole düşünürün aniden akıllarında belirenlerden daha fazlasıydı. Mariana Mazzucato’nun en önemli Amerikan inovasyonlarından bazıları üzerine yaptığı detaylı çalışmada gösterdiği gibi, aslında “işletmelerin almayacağı riskleri almaya istekli olan” ve “internet, nanoteknoloji, biyoteknoloji ve temiz enerji dahil olmak üzere tamamen yeni piyasalar ve sektörler yaratarak dönüştürücü olduğunu kanıtlayan” devlettir.

Bu, sosyalist bir devletin kaçınılmaz olarak Amerikan devleti kadar yenilikçi olacağını ima etmek için değil, daha ziyade açgözlülüğün yenilik için tek itici gücü olması gerekmediği anlamına gelmektedir. Dinamik verimlilik, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için kaynak ve fırsat verilen toplumsal olarak kaygılı bilim insanları ve mühendislerin yanı sıra işçi kolektifleri içindeki karşılıklı işbirliği ve işyeri komitelerinin tedarikçileri ve müşterileriyle etkileşimlerinden de gelebilir. Daha da önemlisi sosyalizm, toplumun her seviyesinde nasıl yaşadığımız ve kendimizi nasıl yönettiğimiz konusunda yeniliklere odaklanan, gelişen ve çok daha geniş bir toplumsal girişimciliği ortaya çıkarabilir. 

Burada ampirik bir gözlem uygun görünmektedir. Son otuz yılda, ABD’de işçi başına üretim yılda yaklaşık yüzde 2 oranında artmıştır (sadece son on yılda çok daha yavaş). Bunun yarısından biraz azı ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu tarafından “sermaye derinleşmesine” (daha fazla yatırım) ve yaklaşık yüzde 0,8’i çok faktörlü üretkenliğe (kabaca daha fazla işgücü ve sermaye girdisinin etkisi hesaba katıldıktan sonra çıktıdaki artış olarak tanımlanır) bağlanmaktadır; geri kalanı ise “emek kalitesi” olarak adlandırılan değişikliklerle açıklanmaktadır. Sosyalizmin sermaye derinleşmesinde kapitalizmin gerisinde kalmasını beklemek için hiçbir neden yoktur, hele ki şirketler yatırım yapılmayan nakit yığınları üzerinde otururken ve mevcut gelirin radikal bir şekilde yeniden dağıtılması potansiyel olarak yeniden yatırım için muazzam kaynaklar bırakacakken. Ve eğer bir şey olursa, sosyalizmin halkın vasıf ve kapasitelerin geliştirilmesine öncelik verdiği için işgücü kalitesindeki büyümeyi artırması beklenir. Tartışma adına, sosyalizmin yatırım oranları ve emek kalitesi açısından kapitalizmle eşleştiğini, ancak çok faktörlü üretkenlik açısından kapitalizmin standartlarının yalnızca yarısını karşılayabildiğini varsayalım (yüzde 0,4’e karşılık yüzde 0,8). Bu, kapitalizmin yüzde 2’si yerine sosyalizm için yaklaşık yüzde 1,6’lık bir ortalama verimlilik artışı anlamına gelecektir.

Rekabetçi bir kapitalist ortamda, üretkenliği geride kalan firmalar işten atılma riskiyle karşı karşıya kalır. Ancak sosyalist bir bağlamda, geciken verimlilik daha yavaş büyüme anlamına gelse de mutlaka felaket anlamına gelmez. Bu örnekte kapitalist büyüme oranı (yüzde 2) sekiz yılda yüzde 17’lik bir bileşik artış yaratırken, sosyalist toplumun bu seviyeye ulaşması on yıl alacaktır – sosyalizmin çok daha büyük sosyal hedeflerine kıyasla kesin bir fark sayılmaz. Sorunların üstesinden gelmek için işbirliği yapan işçilerin potansiyel üretkenlik kazanımlarına ve daha önce de belirtildiği gibi özel mülkiyet engeli ortadan kalktığında kendi başına ortaya çıkabilecek mevcut bilginin sistematik olarak yayılmasının üretkenlik artışları için genellikle göz ardı edilen önemine izin verirsek aradaki fark daha da azalacaktır.

Ekonomistler son zamanlarda giderek artan bir şekilde piyasaların yüceltilmesindeki bazı sorunları kabul etmeye başladılar; sorunlar görmezden gelinemeyecek kadar açıktı. Verilen en önemli taviz, piyasaların “dışsallıklarla” çok iyi başa çıkamadıklarıydı; bu, mübadeleye taraf olmayan insanları genellikle olumsuz etkileyen mübadelelere bir göndermeydi. Ekonomistlerin bu tür “istisnalara” yanıtı, vergi ve sübvansiyonlarda değişiklikler önermektir, böylece normun bu istisnalarında yer alan gerçek maliyetlerin toplamı içselleştirilir. Buradaki aksaklık, söz konusu dışsallıkların çevre ve piyasaların eşitsizlik, halk kapasiteleri ve esaslı demokrasi üzerindeki etkileri gibi hayatın ta kendisi olan sonuçları içermesidir. Bu durum, kapitalist piyasaların temelinde yatan tüketim kültürüne ve doğanın metalaştırılmasına meydan okuması ve çevresel tehditlerin ölçeğini ele almak için yaygın bir planlama yapma konusundaki pratik kaygılarıyla en popüler şekilde çevre krizi durumunda ortaya çıkmıştır.

Buradaki mesele, Marx’ın 1859 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin önsözünde yaptığı gibi, kapitalist toplumsal ilişkilerin üretici güçler üzerinde “pranga” haline gelmesiyle birlikte, toplumsal ilişkilerdeki dönüşümün sosyalizmin üretici güçlerin gelişimini sürdürmesine ve kapitalizmin kendi koşullarında bile kapitalizmi aşmasına izin vereceğini iddia etmek değildir. Durum böyle olabilir ya da olmayabilir, ancak bu iddia ne ikna edici ne de gereklidir. Sezgisel olarak üretici güçlerin geliştirilmesinin sadece bir tanesi olduğu çok çeşitli hedefleri olan bir toplumsal sistemin, bu hedefin tekilliği tarafından tüketilen bir toplumu aşacağını iddia etmek zorlamadır. Teşvik-eşitlikçi denge bu değiş tokuşun altını çizmektedir. Sosyalizme giden yolun, inşası da dahil olmak üzere, yol boyunca fedakarlıklar ve seçimler içereceğini kabul edersek, insanları sosyalist davaya kazanmak ve onları orada tutmak, sosyalizmin sadece daha fazla adalet, daha fazla demokrasi, daha fazla işyeri kontrolü değil, aynı zamanda daha fazla büyüme getireceğine dair sorgulanabilir vaadinden ziyade, farklı bir şeye duydukları arzuya dayanmak zorunda kalacaktır.

Mesele, “verimlilik” kavramının tartışmalı bir alan olmasıdır. Sermaye için işsizlik, işçi sınıfı disiplinini zorlamak için işlevsel bir sınıf silahıdır; sosyalistler için ise açık bir israfı temsil eder. Çalışma temposunun hızlandırılması şirket verimliliği için bir artı, işçiler için ise bir eksidir. Demokratik müzakereler için harcanan zaman kapitalist işverenler için katma değer yaratmayan bir maliyet, sosyalistler için ise bir önceliktir. Tam zamanlı çalışanlar için çalışma saatlerinin azaltılması, kapitalist işverenler için açılmaması gereken bir Pandora’nın kutusudur; işçiler için ise verimliliği artırmanın temel nedenidir. Sosyalizmi savunmanın talep ettiği şey, kapitalizmle verimlilik karşılaştırması yapmak değil, tüm sakinlerinin tam ve çeşitli potansiyellerine hitap edecek şekilde yapılandırılmış bir toplumun, kendi koşullarında, faaliyetlerini koordine etmede, yeni teknolojilerin, ürünlerin ve demokratik örgütlenme/yönetim biçimlerinin geliştirilmesinde ve emek kapasitesinin diğer insani uğraşlara uygulanabilmesi için serbest bırakılmasında makul ölçüde verimli olup olamayacağıdır.

Süreç olarak sosyalizm

Burada gündeme getirilen farklı ancak birbiriyle örtüşen planlama katmanları sistemi, çeşitli planlama mekanizmalarını içerecektir: Doğrudan idari, istişare, yinelemeli müzakereler, yetkilendirilmiş organlar aracılığıyla kararlar, doğrudan işbirliği, geniş ölçüde farklı özgürlük derecelerine sahip piyasalar. Ve sözde piyasa dengesinin ve hayali merkezi planların algoritma ve bilgisayar modellerinin zarafetinin aksine, bu kaçınılmaz olarak planlamanın ortodoks savunucuları için aforoz olan bir şeyi beraberinde getirecektir – önemli derecede “dağınıklık”.

Örneğin, işyerleri kendilerini birden fazla işkolunda bulabilirler. İşkolları arasındaki sınırlar genellikle bulanık ve istikrarsızdır, teknolojik değişimlerden ve sosyal önceliklerden etkilenir. Herhangi bir katman içinde bir değil birçok planlama mekanizması olabilir. Merkezileşme ve ademi merkezileşme arasındaki denge değişken olacaktır. Yere özgü bilgiye sahip çalışanların ve bölgesel organların sürekli olarak kuralsız ayarlamalar yapmak için ihtiyaç duydukları merkezi olmayan esnekliğe izin vermek hem olumlu hem de yıkıcı olabilir (planlamacılar da bir dereceye kadar esnekliğe ihtiyaç duyacaktır). Belirli işyerleri ve topluluklar arasındaki ilişkiler çatışan çıkarlar içerebilir – aynı hanelerde ve bireylerde bile içselleştirilmiş çatışmalar. Bürokratikleşme eğilimleri ve kazanılmış çıkarların ifadeleri tamamen ortadan kalkmayacaktır. Uluslararası ekonomi ile etkileşimler belirsiz ve en iyi ihtimalle yarı planlı olacaktır. Sosyalistlerin özgür kolektif mallara vurgu yapma tercihine aşağıdan (ve yukarıdan) demokratik olarak meydan okunabilir.

Piyasaların ve merkezi planların kağıt üzerindeki düzenliliğinden uzaklaştığımızda açıkça görüleceği üzere, bu düzensizlik derecesi kısmen her karmaşık toplumsal organizmanın gerçeklerini yansıtmaktadır. Ancak burada başka bir şey daha var. Sosyalizmdeki düzensizlik aynı zamanda onun daha büyük ve çok yönlü özlemlerinin de bir ifadesidir: Her şeyi kolay göstergelere (kâr ve rekabet gücüne çok düzgün bir şekilde uyanlar gibi) indirgemeyi reddetmesi; inşa etmek, yaratmak ve zevk almak için insan kapasitelerinin en geniş yelpazesini geliştirme ısrarı; en gerçek demokrasiyi yaratma taahhüdü. Tüm bunlar rahatsız edici bir dağınıklık yaratabilir, ancak William Morris’in Bellamy’nin ütopyasını eleştirirken ifade ettiği gibi, “yaşam çeşitliliğinin, koşulların eşitliği kadar gerçek Komünizmin bir amacı olduğu ve bu ikisinin birleşmesinden başka hiçbir şeyin gerçek özgürlüğü getirmeyeceği” gerçeğinin bir tezahürü olarak en iyi şekilde takdir edilir.

Burada temel olan, sosyalizmin bir süreç olarak doğasıdır. Wlodzimierz Brus, Doğu Avrupa’daki sosyalizm deneyimi üzerine düşünürken, “üretim araçlarının toplumsallaşmasının bir kerelik bir olay değil, bir süreç olduğu” ve “otomatik olarak belirli bir yöne doğru eğilim göstermeyebileceği … [ve] hatta gerileyebileceği” konusunda uyarıda bulunmuştur. Bir düzeyde, “süreç” üzerindeki bu vurgu banal görünebilir – her şey bir süreç değil midir? Ancak bu konuda ısrarcı olmak, daha önce hiç başarıyla gerçekleştirilmemiş bir şeyi uygulamaya koymaya çalışmanın tüm belirsizlikleriyle birlikte, ele aldığımız şeyin ölçeğini ve hırsını hatırlatır. Mesele sadece sosyalizmin devrim sonrası ilk günlerinde kuşkusuz her türlü zorlukla karşılaşacağı ve eksikliklerin uzun bir geçiş döneminde de devam edebileceği değildir. Mesele, sosyalizmin inşasının sürekli olarak belirsiz bir oluş halinde olduğunun anlaşılması gerektiğidir. Nirvana sağlamaktan çok uzak olan sosyalizmin sunduğu şey, yaşamı niteliksel olarak daha iyi ve daha zengin hale getirmenin önündeki kapitalist engelleri kaldırdıktan sonra insanlığın “giderek daha bilinçli bir şekilde kendi tarihini yapmaya” başlayabileceğidir.

Bu başlangıçlar, sosyalist dönüşüme yol açan bir dizi olumsallığa bağlı olacaktır (her geçişi farklı kılacak ve dolayısıyla tek bir modele indirgenemeyecek olumsallıklar): Sosyalizme geçiş (yatırım grevleri ve sermayenin çıkışı da dahil olmak üzere) fiziksel sermaye üzerinde ne kadar yıkıcı oldu? Kapitalist sınıf ne kadar kararlı bir şekilde yenilgiye uğratıldı? İktidara gelen işçi sınıfı ne kadar gelişmişti – örneğin uzun bir yürüyüşle mi yoksa sistemin ani çöküşünden sonra mı iktidara geldi? İşçiler arasında konut dağılımı ne kadar eşitsizdi ve bu nasıl çözülecek? Uluslararası bağlam ne kadar elverişli ya da düşmanca? Ve belki de en endişe verici olanı, devralınan çevresel krizin boyutu ne olacak?

Bu olumsallıklar, eski iktidar temelleri etkili bir şekilde ortadan kaldırıldıktan sonra bile devam edecektir. Bunun nedeni kısmen, bireyler arasındaki farklılıkların (örneğin) yaş ve cinsiyet farklılıkları, çatışan kişisel tercihler, farklı sosyal işlevlerin etkisi nedeniyle devam edecek olmasıdır. Daha fazla teşvik ve serbest kolektif malların bireysel tüketime göre büyümesinin tersine çevrilmesini savunanlar olacaktır. “Çok şey bilmeyenlerin” demokratik hakimiyetine karşı uzmanlık sahibi olanların etkisini yeniden canlandırma çağrıları olacaktır. Bir bölge diğerine karşı kayırılacak ve bu böyle devam edecek. Ve tüm bunlar, ileriye dönük en iyi yolun kesin olarak bilinmediği bir bağlamda gerçekleşecek. “Sosyalist planlama sanatı” der Troçki, “ne gökten zembille iner ne de iktidarın fethiyle birlikte kişinin eline tam anlamıyla verilir.” Bu sanat ancak “mücadele yoluyla, adım adım, birkaç kişi tarafından değil ama milyonlarca kişi tarafından, yeni ekonomi ve kültürün bir parçası olarak” keşfedilebilir ve yönetilebilir.

Bu sabırlı duyarlılık sosyalizmin yapı taşlarına ilişkin tüm tartışmaları beslemelidir, ancak demokratik vurgusu liderliğin önemini yadsımak olarak algılanmamalıdır (Troçki’nin kim olduğu göz önüne alındığında bu açıktır). Sosyalizmin olumsallıkları, kusurları, dağınıklığı ve kırılganlığı ışığında, liderlik en yaratıcı demokratik katılımı kolaylaştırmak için özellikle önemli olacaktır. Bu liderlik devrimci parti ve devletin birleşmesinden gelemez; demokratik sosyalizm ve parti tekeli uyumlu değildir. Ancak parti siyaseti böyle bir liderlik için mücadele edecek ve devrimci partinin devrim sonrası rolü kritik olacaktır. Demokrasi tek başına sosyalizmin duraksamayacağını ya da tersine dönmeyeceğini garanti etmez. Sosyalizmin ilerlemesi, sosyalizmin en iddialı uzun vadeli eşitlikçi, katılımcı ve kalkınmacı hedeflerine bağlı olan parti ya da partilerin – görevde ya da dışarıda – rolüne bağlı olmaya devam edecektir.

Sonuç

Bu makale, sosyalizmin neye benzeyeceğini ve açmazlarıyla nasıl başa çıkabileceğimizi ele almanın, insanları sosyalizme kazanmanın ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda ısrar etmektedir. Bu, sosyalizmin işleyişini detaylandırırken ne kadar ileri gitmemiz gerektiğine “bağlıdır” çünkü sosyalist toplumların karşılaşacağı belirli sorunlar, onları doğuran devrim türünden ayrılamaz ve çünkü sosyalizmin nasıl evrileceği hakkında yapabilme diyalektiğinden bağımsız olarak bilebileceğimiz çok şey vardır. İddia edebileceğimiz tek şey, sosyalizmin insanlığın bireysel ve kolektif ihtiyaç ve potansiyellerini gerçekleştirme yolunda ilerlemek için elzem olduğu ve sosyalist olmanın hayatlarımızı sosyalizm sadece gerekli değil mümkünmüş gibi yaşamak anlamına geldiğidir.

Elbette işin püf noktası şu ki, “sanki” hali hazırda kendini adamış olanları ayakta tutabilirken, büyük çoğunluk için yeterince iyi değildir; daha fazlası gereklidir. Bu makalede ortaya koyduğumuz şey sosyalizmin güvenilirliğini artıran bir dizi örnek kurumsal düzenleme ve toplumsal ilişki – bir çerçeve – olan “ölçülü bir daha fazlası”dır. Bu çerçevenin unsurları aşağıdaki temalarda özetlenebilir.

*İşyeri Kolektifleri: İşçilerin işyerleri üzerindeki kontrolü sosyalizm için temeldir. Ancak bu tür parçalı bir kontrol, işçilerin özel çıkarlarının toplumsal çıkarla nasıl bağdaştırılabileceği ve yukarıdan gelen direktiflere karşı işçi özerkliğinin nasıl korunacağı sorularını gündeme getirmektedir. Bunu ele almak için piyasalara önemli bir rol düşmektedir.

*Piyasalar: Sadece seçenekleri barındıran piyasalar sosyalist projeye açıktır ancak temel sosyalist ilkelerin altını oyan emek ve sermaye piyasaları yasaklanmalıdır. İşyeri kolektiflerinin içinde yer aldığı ticari piyasalar pratik gerekliliklerdir ancak rekabeti de beraberinde getirdiklerinden eşitlikçi hedefleri tehdit ederler.

*İşkolu Konseyleri: Devlet bakanlıklarının, işkollarındaki her bir işyeri kolektifinin delegelerinden oluşan işkolları işçi konseylerine dönüştürülmesi iki kritik amaca hizmet etmektedir. İşçiler ve devlet arasındaki (işçi kolektifleri ve merkezi plan arasındaki) iktidar dengesinde büyük bir değişim meydana getirir ve işkolu konseylerine, işyerleri arasındaki üretken uçurumları daraltmak amacıyla piyasaları düzenleme kapasitesi ve yetkisi sağlar.

*Mekânsal Yetki Devri: Planlamanın bölgesel olarak devredilmesi, kentsel yeniden yapılanma, yerel hizmetler, toplum ve kültürün önemini vurgular. Planlamayı etkilenenlere yaklaştırır ve planlama süreçlerine katılanların sayısını çoğaltır. Sosyalizm, toplumsal olanın daha fazla ön plana çıkacağı sinyalini vererek çalışma süresinin kısaltılması vaadini yerine getirdikçe, mekânsal-toplumsal planlamanın önemi, üretimin örgütlenmesine ilişkin daha dar ikilemlerin çözümüne daha önce verilen ağırlığa kıyasla artacaktır.

*Planlama Katmanları: İşyeri kolektiflerinin özerkliğinin korunması ve sektörlerin, bölgelerin ve piyasaların daha büyük rol oynaması, plan-piyasa ikileminden “planlama katmanlarına” dayalı bir paradigmaya geçişi önermektedir. Planlamacıların yoğunlaşmış gücünü azaltarak, planlama kapasitelerini geniş bir alana yayarak ve çeşitli katmanlar üzerinde karşılıklı denetimler getirerek sosyalist demokrasi önemli ölçüde derinleştirilir.

*Merkezi Planlama Kurulu (MPK): Planlama katmanlarına geçiş sosyal oligarşinin gücünü zayıflatırken, merkezi planlama kurulunun (MPK) kapasitesini mutlaka zayıflatmaz. Artık aşırı yüklü olmayan MPK daha etkili hale gelebilir; yeni işkolları ve bölgesel kapasiteler merkezin kilit planlarını yürütmek için faydalı araçlar haline gelebilir; ve MPK bazı işlevlerinden vazgeçtikçe diğerleri daha da önemli hale gelebilir ve yenileri gerekli olabilir.

*Devletin Dönüşümü: Devlet ne devrimci parti ile birleşir ne de yok olur. Aksine, planlama ve denetleme rolü, planlamanın demokratikleştirilmesi, planlamanın çeşitli katmanlarıyla ilişkisi ve kamu çalışanları arasında geliştirmesi gereken “kızıl uzmanlık ve bağlılık” da dahil olmak üzere devletin teşvik etmesi gereken yeni kapasiteler açısından dönüşüme uğrar.

*Liberal Siyasi Özgürlükler: Değişimin hızını ve yönünü etkileyebilen siyasi partilerin yer aldığı çekişmeli seçimler de dahil olmak üzere liberal siyasi özgürlükler sosyalist demokrasinin temel bir unsurudur.

*Sosyalizmin “Dağınıklığı”: Sosyalizmin her şeye gücü yeten, olacakları planlayabilme kapasitesi kavramlarına karşın, sosyalizmin özellikle “dağınık” bir toplumsal örgütlenme biçimi olması muhtemeldir. Bu bir hakaret olarak algılanmamalıdır; daha ziyade sosyalizm hakkında ilham verici olan her şeyden kaynaklanır: Tartışmalı bir deney, keşif, öğrenme süreci olarak olumsallıktan; en iddialı demokratik ve eşitlikçi hedeflerden; büyük “yaşam çeşitliliğine” yaratıcı bir şekilde katılma açılımından.

Çeviri: Yener Çıracı

Bu çeviri, Yener Çıracı izniyle bidunyaceviri blog’undan alınmış olup, yazının orijinali Jacobin sitesinde yayınlanmıştır.

 

Sam Gindin

1974-2000 yılları arasında Kanada Otomotiv İşçileri'nin araştırma direktörlüğünü yaptı. Küresel Kapitalizmin Oluşturulması kitabının  Leo Panitch ile The Socialist Challenge Today (Haymarket) kitabının Leo Panitch ve Steve Maher ile ortak yazarıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.