31 Mart seçimleri sonrası Türkiye siyasal yaşamında önemli kırılmaların olduğu söylenebilir. Kamuoyunun seçim sonuçlarını şaşkınlıkla karşılaması da bunun bir göstergesi. İktidarın yürüttüğü orta vadeli ekonomik program, AKP iktidarı boyunca kaçınılmış kemer sıkmanın nasıl siyasal etkileri olabileceğini kısa zamanda ortaya koydu. Kemer sıkma programlarının etkisiyle de şekillenmiş günümüz siyasal konjonktürü bir anda 2001 krizi sonrası gibi meşruiyeti gittikçe aşınmış bir merkezi iktidar ve onun karşısında iktidar meşruiyetine sahip bir muhalefet doğurdu. İşçi sınıfının nasıl bir siyasal zeminde mücadele edeceğini anlamak için bu önemli.
Seçimlerin bir diğer radikal etkisi CHP’nin 2023 Mayıs seçimleri hezimeti sonrası Kılıçdaroğlu ve ekibini tasfiye ederek günah keçiliğini sırtından atması oldu. Belediye başkan adayları konusunda kamuoyunda birçok farklı kesimin tepkisini çeken CHP’nin büyük bir başarıya ulaşması özellikle irdelenmelidir.
İktidara namzet bir CHP
Önceki seçimlerde AKP’ye yönelen tepki oylarının MHP’ye (bir kısmı YRP’ye gitti elbette) gitmesinin son bulması da CHP’nin konumunu gösteriyor. Görünen o ki 4 yıl sonraki seçimlere kadar CHP bir dağılma noktası değil de çekim merkezi olacak. Birincisi iktidarın yükü CHP’nin omuzlarında değil ve Erdoğan iktidarı seçimsiz 4 yılda orta vadeli ekonomik programı işçilerin hızla yoksullaşmasına rağmen sürdürecek, bu ekonomik programın 10 ayda yarattığı etkinin sonuçlarını genel ve yerel seçim arasındaki fark açıkça gösteriyor. Hele ki yerel seçime bu kadar moralsiz girmiş bir muhalefetin tarihi bir zafer kazanması, iktidarın güvendiği seçimsiz yılların pek de sütliman geçmeyeceğini gösteriyor. Değinilmesi gereken ikinci nokta ise CHP’nin tarihin bu fırtınalı anında Batılıların gözündeki Osmanlı gibi bir “hasta adam” değil, rüştünü ispatlamış yeni CHP olması. Geçmiş konjonktürde küskünleri olan, altılı masa gibi varlıkları kamuoyunda dahi şüpheli görülen partilerle dahi ittifak kurmaya hevesli o CHP artık yok. Geçmişte bu sağcı partilerle kurduğu ilişkiler nedeniyle sosyal demokrat ve benzeri kitleleri dışarı savuran CHP, artık onlar için önemli bir çekim merkezi. İmamoğlu’nun bütün Türkiye sathında gördüğü itibar da bunu göstermekte.
Diğer yandan CHP’nin sınıfsal konumu ve sermayeyle ilişkisi sağlıklı bir sistemde virüsler var misali. Asalak rantçı sermaye olmasa yani ihalelerle zengin edilmiş patronlar olmasa bunun yerine “hakkaniyetli bir kapitalizm” olsa sanki işçi sınıfı için de her şey güllük gülistanlık olacak gibi bir anlayış hakim. Halbuki kapitalizm bütün arızi etkileri bir yana bırakıldığında, ontolojik olarak emek sömürüsüne dayanır, zaten işçi sınıfının emeğinin sömürüldüğü üretim tarzına biz kapitalizm diyoruz.
Benzer şekilde CHP’nin ekonomi için şimdiye kadar gösterdiği sır olmayan tavır merkez bankasının bağımsızlığı gibi ekonomi yönetimini “ehline” verme temelli olageldi. Bu tavrın doğru ifadesi ise ekonomik kararların bilim ışığında alındığı iddiasının başlı başına sermaye hegemonyasının inşa zeminlerinden biri olmasıdır. Kaldı ki, ülkede siyasal iktidarın ekonomi yönetiminde söz hakkı olmaması, eşyanın tabiatı gereği mantıksız. Gündelik yaşamın en merkezi konusunun siyaset dışı ilan edilmesinin ve sadece sermayenin at koşturacağı zemin olmasının işçi sınıfının çıkarıyla uyuşma ihtimali yok. Bu noktada ekonomi yönetimi dahil her politik konunun sınıf mücadelesi alanı olarak inşa edilmesi bütün devrimci örgütlerin asli görevi gibi görünüyor. Burjuva iktisatçıları ekonomiye rahatlıkla yön versin diye işçilerden rıza devşirmek, güçlü devrimci kurumların varlığında sermaye için zor olacaktır. Ancak hemen altı çizilmelidir ki politik, stratejik ve söylemsel hattın akıl karışıklıklarına mahal bırakmayacak şekilde sınıf mücadelesi temelinde inşa edilmesi gerekir.
İktidarın seçimsiz yıllardan beklentisi
Bu konuda kimsede bir kafa karışıklığı yok, zaten iktidar ve temsilcileri ağızlarını her açtıklarında bu beklentiye parmak basıyorlar. Bilindiği gibi yerel seçimlerde yenilgi alan iktidar cephesinin sahnede söylediği ilk söz orta vadeli ekonomik programdan kesinlikle vazgeçilmeyeceğiydi. Maliye bakanı seçim yenilgisinden dolayı şimşekleri üzerine çekeceğini elbette biliyordu. Ancak ulusal ve uluslararası sermayenin desteğinin arkasında olduğunu bildiğindendir ki, programa devam edileceğini göğsünü gere gere (yenilmiş bir Erdoğan’ın şerrinden de çekinmeden) yazabiliyordu. Peki 10 ayda etkileri açıkça görülen bu orta vadeli program bize daha neler edecek?
Bu konuda epey yazılıp çiziliyor. Aziz Çelik, 15 Nisan 2024 günü Birgün gazetesinde çıkan “10 maddede seçim sonrası emeği bekleyen tehlikeler” adlı yazısında bu maddeleri temelde şöyle özetliyor:
- Pahalılık artacak
- Kemer daha da sıkılaşacak/kamu harcamaları kısılacak
- Asgari ücret temmuzda artmayacak
- Emekliye ara zam olmayacak
- Memur ve emekliler enflasyon altında ezilecek
- Borç sarmalı derinleşecek
- Emeklilikte adalet başka bahara kaldı
- İşsizlik tehlikesi
- Daha fazla esneklik kapıda-Kıdem tazminatı yine hedefte
- Hukuksuzluk artacak
İktidar Aziz Çelik’in sıraladığı bütün bu maddeleri seçimsiz 4 yıla güvenerek hayata geçirme derdinde. Türkiye siyasal alanında 10 ayda görülen değişim seçimsiz yıllara olan güveni sorgulatıyor ancak devrimci örgütlerin hazır olmadığı ekonomik kriz yılları kolaylıkla göçmen-yabancı düşmanlığıyla bezenmiş bir faşizm için verimli topraklar olabilir.
İşçi sınıfının ülke sathına çıkışı
Yukarıda sayılan maddeler merkezi iktidar eliyle emek gücünün değerinin nasıl düşürüldüğünü ve düşürüleceğini gösteriyor. AKP’li yıllar boyunca sınıf mücadelesi denildiğinde iş yeri temelli mücadeleler akla gelir oldu (Tekel direnişi bile bu kümeye dahil edilebilir). İşçi sınıfı doğrudan iş yerinde kendi çıkarını korumak adına direnişe geçti. Bu direnişler çoğu zaman kazanımla da sonuçlandı ancak o kazanımlar kısa zamanda merkezi iktidarın körüklediği ve sermayenin nemalandığı enflasyon karşısında eridi gitti, gücünü kaybetmeyen işçiler ek protokol istedi ya da artık iş işten geçti deyip kaderine razı oldu.
Her 6 ayda bir tekrarlanan moto-kurye direnişleri de iş yeri temelli kazanımların bir emsal yaratamadığını ortaya koydu. Ayrıca A şirketindeki moto-kuryelerin kazanımı B şirketindekilere hiçbir etki etmedi, her iş yeri kendi bacağından asıldı.
Görüldüğü gibi sınıf mücadelesinin temel zeminlerinden birinin ülke sathı olmasının ehemmiyeti gözden kaçırılamayacak kadar bariz. Ülkedeki bütün politik tartışma işçi sınıfı ve sermaye arasında geçen savaşın bir yansıması olarak okunmalı, politik strateji her yerde bu karşıtlığın görünür olmasını hedeflemelidir.
Ülkedeki enflasyon tartışmaları bile bu sınıf perspektifinin önemini ortaya koyuyor. Faiz artışları, borçlanmanın zorlaştırılması, vergi düzenlemeleri ve benzeri “tedaviler” en başta işçilerin en temel tüketim nesnelerine dahi erişimlerini kısıtlayarak (yani işçileri ve ailelerini aç bırakarak) enflasyonla mücadele edileceği iddiası üzerine kuruludur. Korkut Boratav, Ahmet Haşim Köse ve A. Erinç Yeldan’ın da gösterdiği gibi gerçekler farklı bir neden sonuç ilişkisini gösteriyor. Sermaye sınıfının ucu bucağı görünmeyen kârları ve işçi sınıfının açlığı (evet, uzunca bir süredir açlıktan bahsediyoruz) artan enflasyonun nedenini buz gibi ortaya seriyor. Ancak bugünün konjonktüründe enflasyon oranı üzerinden yürüyen sınıf savaşının taraflarından birisi eksik: İşçi sınıfı. İş yeri mücadeleleri dışında bir işçi sınıfı mücadelesinden bahsedilemiyor.
Kapitalizm sadece elimize çekiç ya da klavye aldığımızda işçileştiğimiz, iş yerinden çıktığımız gibi işçiliğimizi geride bıraktığımız bir üretim tarzı değil, ne de sermaye sadece iş yerindeki araçlarla baskı kuruyor. Ülke düzeyindeki politikalar “halkın” refahı, iş yerindeki mücadeleler işçi sınıfının çıkarı için olamaz. Her biri işçi sınıfının gündelik çıkarı ve nihai kurtuluşu içindir. Aksi takdirde sermaye sınıfının hegemonyası bütün boşluklardan süzülüp girer, sermaye sınıfının çıkarını korumaya bir o kadar aç muhalefetin revize edilmiş neoliberalizmi içerisinde kendimize başka bir “halk” aramak zorunda kalırız.
Bugünkü iktidarın sermaye iktidarı olduğu kendini ayan beyan açık etmişken ilk bölümde bahsettiğimiz CHP’nin de sermaye ile ilişkileri açıktır ve bu halkçı popülist söylem “hakkaniyetli kapitalizm” mitiyle de birleşerek yeni bir hegemonya projesinin bileşenlerini oluşturabilir ve oluşturacak gibi de görünüyor. Türkiye sosyalist hareketi Erdoğan iktidarıyla mücadele ederken sermaye çıkarlarını korumaya aday güçlü bir CHP’ye karşı da kavgaya hazır olmalı.
Bu nedenle öncelikle işçi sınıfı mücadelesinin iş yeri ve ülke sathında bakışımlı olarak örgütlenmesinin sağlanması gerekir. İkincisi hızla artan yoksulluğun bir doğal afet ya da beceriksiz ekonomi yönetimi olmadığı, tam da kapitalizmin asli çelişkileri gereği örgütlenmiş sermaye çıkarı olduğu ifşa edilmelidir ki sermaye ve işçi sınıfının çıkarlarının ortaklaşabileceğine dair mitler bertaraf edilebilsin. Bu ifşa, “halk” gibi amorf ve sınıfsız bir toplum tahayyülünün stratejik-taktiksel bütün alanlardan dışlanmasıyla yapılmalıdır. CHP’nin güçlü olduğu konjonktürde cumhuriyetçi vurguların sosyalistler için taktiksel bir anlamı bile kalmamıştır. İçine girdiğimiz fırtınanın faşizme değil de sosyalizme verimli topraklar olması işçi sınıfının ülke sathında örgütlü varlığıyla mümkün olacaktır. Kaldı ki milliyetçi-muhafazakar kimliklerle tanımlanan şehirlerde kazanma ihtimali olduğu akla getirilmeyen CHP’nin 10 ayda oylarındaki değişim, kültürel kodların esnekliğini ve güç ilişkilerindeki hızlı değişimi gösteriyor. Örneğin, Kütahya’da Cumhur ittifakının oyu genel seçimde %67 iken, bu seçimde belediye başkanı CHP’li aday oldu. Bu gibi değişimler aynı zamanda sosyalistlerin güçlenmesi için de maddi koşulların açıklık yarattığına bir işarettir.
Sınıf mücadelesinin bu zeminine devrim tahayyülünün eşlik etmesi de elzemdir. Sonuç olarak biz örgütlü sınıf mücadelesinden sadece kapitalizm içi kısmi rahatlamaları anlamıyoruz, bütün mücadele zeminlerini devrimci mücadelenin bir parçası olarak görüyoruz ve itiraf etmek gerekirse bugün unutulan devrimi hatırlatma görevimize de tabiri caizse gönül indirmemiz gerekir ki, her eylemimiz ve sözümüzün hatırlanan o devrime dair olduğunu görebilelim.
Burjuvazinin kavgaya davetini kabul etmek
Peki bu stratejik zemin sınıfa kaçış mıdır? Ben daha çok sınıfa zorlayış demeyi doğru buluyorum. Bugün olan üstü karanlık (milliyetçi-muhafazakar beka sorunu “aynı gemideyiz” söylemi gibi) ambalajlarla kaplanamayan bölüşüm krizinin kendini bütün politik öznelere dayatmasıdır. Nitekim AKP’deki “ıstakoz” krizi de sadece parti içi klikler arası hesaplaşma olarak görülmemeli, zenginliğin imgeleminin lanetlenerek sömürü ilişkilerinin görünmez biçimde devam etmesini meşrulaştıran bir fikir olarak değerlendirilmelidir. Meselenin kendisi sömürü değil, sömürünün nimetlerinin gösterilmesi haline getiriliyor. Halbuki şatafatın kaynağı fabrikada, plazada sömürülen işçidir, geri kalan sonuçtur. Bugün iktidar kendi iç savaşını yürütürken sonucu spot ışıklarının altına koyuyor, neden ise ahlaki bir karanlıkla sarmalanıyor. Sermayenin sömürdüğünü emeği nasıl harcadığı işçi sınıfını zerre ilgilendirmez. Ünlü bir ressamdan tablo ya da tonlarca burma bilezik almış olması o gelirin işçi sömürüsünden geldiği gerçeği karşısında anlamsızdır. Ayrıca bugün kimi sermaye gruplarının şirketlerinde çalışan işçilerin koşulları ortalama işçiden bir nebze olsun iyiyse bunun nedeni sermayenin lütufkârlığı değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesidir.
Bugün işçi sınıfının hem iş yerlerinde hem de ülke sathında çıkarını savunacak müdahale hatları geliştirmesi gerekiyor. Türkiye İşçi Partisi’nin 1 Mayıs’a giderken yaygınlaştırmaya çalıştığı yoksullaşmadan çalışma saatlerinin işçi lehine düzenlenmesi bu konuda önemli bir hat gibi görünüyor. Bizleri bekleyen yoksulluk ve işsizlik sarmalında emek gücünün değerinin yükseltilmesi, bir kişinin 60 saat haftalık mesaiye zorlanmasına rağmen milyonlarca kişinin işsiz olması hem göreli artık nüfusun artması demek hem de işçiler sadece çalışmak için yaşıyor demek. Nitekim son yıllardaki OECD verilerine baktığımızda Türkiye’nin en fazla çalışan işçiler ülkesi olma yolunda daima ilk üçte olduğu kolaylıkla görülebilir. Bu işçilerin yarısının asgari ücretle açlık sınırının altında çalışması da cabası.
Sonuç olarak Türkiye bugün rıza devşirme kapasitesi gittikçe zayıflamış bir yoksullaştırma programıyla açlığa mahkum edilmiş durumda. 2024 Türkiye’sine bakıldığında Gramsci’nin “eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı” ifadesi akla geliyor. İşçi sınıfının bu yeni dünyanın kurucusu olması için devrimcilerin cesareti büyük önem taşıyor.
Ahmet Gire
2011 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Aynı yıl Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisans eğitimine başladı. 2015 yılında aynı bölümde doktora eğitimine devam etti. Beyaz Yakalıların Çalışma Hayatı: Yazılımcılar Örneği adlı doktora çalışmasını bitirerek 2021 yılında doktora eğitimini tamamladı. Yaklaşık 10 yıldır çeşitli şirketlerde yazılımcı olarak çalışmakta, araştırmalarını bağımsız olarak sürdürmektedir. Marksizm, hukuk ve siyaset felsefesi, devlet ve ekonomi politik alanlarıyla ilgilenmektedir.